‘Kürt halkı, Önderliğe olan özlemini mücadele gücüne dönüştürmeli’

Stêrk: Türkiye’de, Önderliğimiz özgür bırakılmadığı müddetçe, Türkiye’nin demokrasi sorunu da çözülmeyecek ve Türkiye darbeler kıskacından kurtulmayacaktır.

KCK Genel Başkanlık Konseyi üyesi Zilar Stêrk, Türkiye tarafından, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik İmralı sistemi çerçevesinde uygulanan ağır tecrit koşulları ve AKP-MHP ortaklığında geliştirilmekte olan Kürt soykırım politikalarını ANF’ye değerlendirdi.

AKP’nin yönetim tarzının, Türkiye’de başından beri darbe içinde darbelere yol açtığını belirten Stêrk, “CPT’nin İmralı’ya gidip, sonuçlarını Kürtlere ve dünya kamuoyuna açıklamalı. Önderliğimizin durumu hakkında kaygı ve endişe taşıyan sadece Bakur halkı değil, Rojava, Başur ve Rojhılat’taki halkımız, yine yurtdışındaki, diasporadaki halkımız, Önderliğin durumu hakkında adeta ateş üstündedir” dedi.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, 2011 yılından bu yana avukatlarıyla görüştürülmüyor ve ağır tecrit koşulları altında. Öcalan’a yönelik uygulanan ağır tecride, güvenliği ve sağlığına ilişkin de birçok kez hareket olarak açıklama yaptınız. Öcalan’a Türk devleti tarafından uygulanan ağır tecrit durumuna ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Önderliğimiz İmralı’da, çok özel tecrit ve izolasyon koşullarında tutulmaktadır. Rehine konumunda tutulmakta ve rehine muamelesi yapılmaktadır. Önderliğimizin esaret durumu, halkımız ve hareketimiz açısından en büyük tehdittir. Önderliğimiz şahsında Kürt halkının iradesi esaret altında tutulmaktadır. Çünkü milyonlarca Kürt, Önderliğimizi, siyasi iradesi olarak kabul ettiğini yıllar önce ilan etti. Bu yüzden, Önder Abdullah Öcalan’ın esaretini, kendi esareti olarak görmektedir. Kendi özgürlüğünü ise Önder Apo’nun özgürlüğünde görmektedir. Bu yüzden İmralı’ya dayatılanları Kürt halkı, kendisine dayatılanlar olarak görüyor.

İmralı sistemi ne uluslararası hukuka ne de Türkiye hukukuna göre işlememektedir. Tamamen hukuk dışıdır. Tutuklu haklarının tamamen dışında tutulan, özel bir muamele var. 2002’de, AKP’nin hükümete gelmesiyle beraber, İmralı koşulları tamamen hukuk dışı işlemeye başladı. AKP hükümeti tamamen keyfi bir siyaset yürütüyor. Her konuda olduğu gibi İmralı’ya yaklaşım politikasında da hem uluslararası hukuku dikkate almadı hem de devletin, cumhuriyetin resmi hukukunu işletmedi. AKP, bugüne kadar, İmralı’ya tamamen kendi dönemsel çıkarlarını dayattı. Tamamen keyfi ve faydacı bir politika uyguladı. Önderliğimizin esaret konumunu, araçsallaştırmak istedi. İmralı ile çözüm adı altında geliştirdiği diyalog sürecini, tam bir siyasi sahtekârlığa çevirdi. İmralı’da gelişen diyalog süreci, Kürt halkını ve Türkiye toplumunu son derece umutlandırırken, AKP’nin Erdoğancı cephesi ise, bu süreci Kürt tasfiyesi yolunda, taktik bir süreç olarak kullandı. Halkı ve toplumu bu kadar umutlandırmışken, kendileri bu görüşme ve diyalogları, tasfiyenin önemli bir parçası olarak yürüttü. Meclis’i bile bu konuda araçsallaştırdı, gerekli yasal mevzuatı çıkartılmasına rağmen, geriye çark eden bir Dolmabahçe süreci var. Bunu herkesin görmesi, bilmesi lazım. Bu süreci PKK bitirdi falan deniyor, bu kesinlikle böyle değildir.

HDP ve devlet heyetlerinin katılımıyla yürütülen, İmralı görüşmelerinin kesildiği 5 Nisan 2015’ten itibaren, Önderliğimizle tek bir görüşme yapılmamıştır. 15 Temmuz askeri darbe girişimi ardından yayılan tehlikeli söylemlerle beraber, Kürt siyasetçilerin öncülüğünde gelişen bir açlık grevi eylemi oldu. Bu açlık grevi, Önderliğimizin hayatından duyulan endişeleri gidermek için, on dakikalık bir görüşme talep etmekteydi. Hükümet büyük bir darbeden yeni çıkmıştı. Yine Kürt siyasetçileri ve milletvekillerinin girdiği açlık grevi, dünya kamuoyuna oturmaya başlamıştı. Bu eylemin Kürtlerde ve dünya kamuoyunda ciddi bir dalgalanmaya yol açacağından korktukları için ve Önderliğimizin sadece yaşadığı bilgisini getirmesi için kardeşini İmralı’ya götürdüler. Süreci Kürtler cephesinden yatıştırmanın taktiği olarak, bu görüşmeyi yaptırdılar. Görüşmeyi bu niyetle yaptırsalar bile, Önderliğimizin sadece varlığından haber gelmesi bile, Kürtleri o dönem açısından biraz rahatlattı.

15 Şubat Uluslararası Komplo’nun yıl dönümü yaklaşıyor. Öcalan’ın sağlığı ve güvenliği konusunda ise herhangi bir bilgi edinilemiyor. Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimi ardından yaşanan gelişmeler göz önüne alındığında, süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Oluşan büyük tehlikeler var. Önderliğimizin güvenliği ve sağlığı konusunda her geçen gün kaygı ve endişelerimiz artıyor. Uluslararası komplonun yıl dönümü yakınlaşıyor ve şu anda Türkiye’de, 15 Temmuz darbe girişimi ardından gelişen ortamdan daha tehlikeli bir siyasi ortam var. Çünkü şu anda, Türkiye’yi AKP-MHP faşist koalisyonu yönetiyor. Bu bir darbe hükümetidir. 7 Haziran demokratik sandığının çıkardığı meşru bir hükümet değil, 1 Kasım sandığından çıkan darbe hükümetidir. Böyle bir darbe hükümetinin günlük çıkarları için, ne yapacağı belli olmuyor.

Geçen gün Asrın Hukuk Bürosu avukatlarının yaptığı çok yerinde bir tespit vardı. “İmralı hukuku tüm Türkiye’ye dağılmış durumda” demişlerdi. Nedir İmralı hukuku? Çok tehlikeli bir hukuktur. Hukuk diye bir şeyin bırakılmamasıdır. Kanunlara, yasalara göre değil, tamamen iktidarın günlük çıkarı temelinde uygulanan, keyfi bir hukuktur. AKP’nin uyguladığı bu keyfi hukuk anlayışı, hukukun üstünlüğü ilkesiyle alay etmektir ve çok tehlikelidir. Türkiye’nin tamamında hukuku felç edip, kendi iktidar çıkarları doğrultusunda, günlük olarak çıkardığı Kanun Hükmünde Kararnamelerle ülkeyi yöneten bir yönetim, çok tehlikeli bir yönetimdir. Kendi paşa gönlüne göre her gün bir kanun hükmünde kararname çıkarıyor.

Kürdistan’ı, çıkardığı bu KHK’larla yakıp yıkan, çocuk, yaşlı, kadın demeden Kürtleri soykırımdan geçiren, tüm Türkiye’yi de uyguladığı faşist politikalar ile yaşanmaz hale getiren bir yönetimin, İmralı konusunda her an her şeyi yapabileceğini bilmek lazım. İlkokul sıralarındaki çocukların elinde idam ipi sallandıran faşist AKP-MHP koalisyonu, her türlü kötülüğü yapabilir. Bunlar vatanperver falan değil, bunlar tamamen iktidarperver bir kafaya sahip. Kafasına koyduğu her türlü kötü ve kirli işi yapmak için, yasa ve kanun dinlemeyen düzeyde, keyfi bir faşizm yürürlüktedir. Bu çok tehlikeli bir ortamdır. O yüzden Önderliğimizin durumu hakkında bir haber alınmadığı sürece tüm Kürtler ateş üstünde olacaklardır. En azından avukatlarıyla bir görüşme yapılması sağlanmalı, artı CPT’nin İmralı’ya gidip, sonuçlarını Kürtlere ve dünya kamuoyuna açıklamalı. Önderliğimizin durumu hakkında kaygı ve endişe taşıyan sadece Bakur halkı değil, Rojava, Başur ve Rojhılat’taki halkımız, yine yurtdışındaki, diasporadaki halkımız, Önderliğin durumu hakkında adeta ateş üstündedir. Türk devletinin uyguladığı faşizmden ötürü Bakur’a çok yansımıyor olabilir, ama şu anda Önderliğimizden haber alma talebiyle halkımız her gün her yerde eylem halindedir.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye hukukuna göre de her tutuklunun vekalet verdiği avukatlarıyla görüşme hakkı vardır. 2011 Temmuz’undan bu yana avukatlarıyla hiçbir görüşme yaptırılmaması, büyük bir hak ve hukuk ihlalidir. Her hafta avukatların görüşme başvurusunda bulunmasına rağmen, Önderliğimiz tam altı yıldır avukatlarıyla görüştürülmemiştir. AKP hükümeti bu konuda tam altı yıldır suç işliyor. Uluslararası adalet ve yargı kurumlarının yargılaması gereken bir suçtur. Bir insan hakları suçudur. Bir demokrasi suçudur. Ancak uluslararası hukuk ve adalet kurumları, yine Türkiyeli hukuk yapıları bu durumu sadece izliyor. Var olan büyük bir sorunu görmezlikten geliyor. Gündemine almıyor, dava etmiyor. Çünkü insan hakları hukuku, uluslararası çıkar siyasetine ve Türkiye’deki egemen siyasete kurban edilmiş durumda. Sadece İmralı’daki haksızlığa-hukuksuzluğa karşı değil, Kürdistan ve Türkiye’de uygulanan AKP-MHP faşizmine karşı, uyguladığı soykırım siyasetine karşı, haksızlıklara, hukuksuzluklara ve kanunsuzluklara karşı da hukuk ve adalet kurumlarının ne içeride ne dışarıda çıtı çıkmıyor.

HER ŞEY ERDOĞAN’IN TALİMATIYLA YÖNETİLİYOR

AKP-MHP faşist yönetimi ülkeyi evrensel ilkelere göre, yine cumhuriyetin var olan bildik ilkelerine göre bile yönetmiyor. Kendi orman kanunlarına göre yönetiyor. Kendi kendine yeni ilkeler uyduruyor. Kendi başına buyruklar vererek ülkeyi yönetiyor. Kimse denetleyemiyor. Türkiye şu anda hukukun üstünlüğü ile değil, Erdoğan’ın üstünlüğü ile yönetiliyor. AKP-MHP üstünlüğü ile yönetiliyor. Faşizmin üstünlüğü ile yönetiliyor. Varolan kanunlar bir kenara bırakılmış, kendi çıkar kanunlarına göre ülkeyi yönetmektedir. İşi kılıfına uydurmak için, kendi çıkar kanunlarını bir de resmi kanunlara dönüştürme gayreti içerisinde. Şu anda yasamayı da yürütmeyi de, yargıyı da, orduyu da, emniyeti ve istihbaratı da günlük olarak yöneten ve yönlendiren saraydır, Erdoğan’dır. Muhtarından, başbakanına, yargıcından imamına kadar, TV kanallarına yayın politikası belirlemekten, toplanan günlük istihbarat brifinglerini almaya kadar, orduyu askeri operasyona göndermekten, polis baskını yaptırmaya kadar, günlük uçak kalkışlarının rotasını belirlemeye kadar her şey, Erdoğan’ın talimatlarıyla yürümektedir.

DAİŞ’İ KENDİ KATLİAMLARINI AKLAMAK İÇİN KULLANDILAR

Türkiye şimdiye kadar böyle bir diktatörlük görmedi. Hukuk ve adalet camiasının bu faşizmi reddetmesi gerekiyor. Türkiye’nin her an gözüne sokulan bu faşizm karşısında, sesini yükseltmesi gerekiyor. Kürt hukukçularını potansiyel suçlu gösterdiği için, Türkiye hukuk camiasının ve uluslararası hukuk yapılarının, adalet yapılarının devreye girmesi ve bu hükümete, hukuku dayatması lazım. Toplum, halk tepkisini sokağa yeterince taşıyamıyor, çünkü korkutulmuş. Çünkü toplu demokratik gösterilerin ortasında, DAİŞ adı altında bombalar patlatıldı. Neden? Özellikle de her an demokratik eylem halinde olan Kürtler ve demokratik çevreler korksunlar da eylem yapmasınlar, diye. Korksunlar da tepkilerini ortaya koymasınlar, dünya bu tepkileri görmesin, diye. DAİŞ uyduruk çetesini de bu katliamları aklamak için kullandılar.

Bakın, Kürdistan’daki baskı ve zulüm giderek tüm Türkiye’ye yayılıyor. Aslında Türkiye, giderek Kürdistanlaştırılıyor ve kimse pek bir şey yapmıyor. Bu faşizme karşı ses çıkaranlar, ses çıkarma cesaretini gösterenler sadece Kürtler ve etraflarında biriken değerli bir dost çevrelerdi. Ancak soykırımdan geçirilen Kürtler, viraneye çevrilen Kürdistan ve zindanlara kapatılan Kürt demokratik siyaseti devre dışı bırakıldığı için, şu anda faşizm tüm Türkiye’yi esir almış durumda ve karşısına hiçbir hesap sorma iradesi çıkmıyor. AKP-MHP kendi faşist atını koşturup duruyor.

Öcalan, Kürt sorunu çözülmediği sürece, Türkiye’de, darbe mekaniğinin hep devrede olacağını ifade etmişti. Türkiye’de AKP iktidarının gittikçe derinleştirdiği bir kaos var. Demokratik çevrelerin çoğu susturuluyor. Türkiye’nin böyle bir siyasi, askeri ve toplumsal atmosferin içine çekilmesinin Öcalan üzerindeki baskılarla bağını kuracak olursak neler ifade edebilirsiniz?

Sömürgeci Türk devletinin 1924’ten beri sürdürdüğü, Kürt soykırımını tamamlamanın denenmemiş yöntemi kalmadı. Sayısız plan-proje ve konsept geliştirildi. Birçok hükümet, Kürt soykırımını tamamlama konusunda kendisini denedi. Şimdi son bir yöntem olarak Erdoğan diyor ki; “Beni tek adam yapın, beni demokrasi denen ayak bağlarından kurtarın, ben bu soykırımı tek başıma tamamlayacağım.” O yüzden, Türkiye’deki sistem değişikliği tartışmalarının temel konsepti, 1924’ten bu yana bir türlü tamamlanamamış olan Kürt soykırımını tamamlama hedefidir. Erdoğan ve AKP hükümeti, Kürt soykırımını tamamlama konusunda kendilerini oldukça kudretli görüyorlar. Tabi bunu kesinlikle başaramayacaklar. Çünkü kudret, Kürtleri bitirmede değil. Asıl Kudret; Kürtlerle demokratik ve özgür bir birliktelikte yatmaktadır.

ÇÖKERTME PLANI ŞARK ISLAHAT PLANINDAN FARKSIZ

Kürtler hem Osmanlı sürecinin hem de Atatürk Cumhuriyeti’nin temel toplumsal kurucu müttefikiydi. Cumhuriyet tarihinin bir türlü rahata kavuşmamasının asıl nedeni, bu temel toplumsal müttefikin hep inkar edilmesidir. İnkar etmiş ve inkara karşı koyanı da imha etmek için çalışılmış. Şimdi de yaşanan budur. Kürtler, uzun bir mücadele tarihini geliştirerek kendilerini yeniden var ettiler. Çözüm yolunda epey ilerleme sağladılar. Ancak sömürgeci devlet cephesinde ise, Şark-Islahat planından tek bir adım öteye gidilmiş değildir. Bugün devrede olan çökertme planı ile Şark-Islahat planı arasında hiçbir fark yoktur. Tek fark; AKP’nin bugün uyguladığı çöktürme planının, daha önceki Kürt Soykırım Plan ve Projelerine oranla hem cumhuriyete hem Kürt toplumuna verdiği zarar bakımından daha hacimli olmasıdır. Zaten Erdoğan kendinden öncekileri bu konuda beğenmemektedir. O yüzden adeta tüm demokratik güçlere, işleyen demokratik mekanizmalara, kurumlaşmış sivil toplum iradesine ve en kötüsü de Türkiye’yi yöneten temel kuvvetlerin tümüne büyük bir aymazlıkla; “çekilin yolumdan, bana ayak bağı oluyorsunuz, bu soykırımı tamamlamama engel oluyorsunuz, hepiniz yetkilerinizi bana verin, bakın, görün, ben tek başıma nasıl bitiriyorum” demektedir. Bu yüzden çeşitli adlar altında hepsini tasfiye etmektedir.

1 KASIM SEÇİMLERİ TÜRKİYE’YE YAPILAN EN BÜYÜK DARBEYDİ

Şimdi devrede bir AKP-MHP siyasi darbesi var. Bu darbe yönetimi, 7 Haziran’dan beri fiilen ve resmen devrededir ve 7 Haziran’da, HDP’ye verilen altı milyonu aşkın demokratik oyu yok saydı. Türkiye demokratik iradesinin 7 Haziran seçim sandığından çıkardığı koalisyon hükümeti çözümünü, bir gecede katletti. Tanrı kelamı gibi “bu seçimi geçersiz sayıyorum, seçim yenilenecek” dendi. Tüm Türkiye’ye dedi ki, ne yapıp edip AKP’yi tek başına iktidar yapacaksınız, dedi. 7 Haziran halk sandığından çıkan meclisi ve koalisyon hükümetini kurdurtmadı. Kimse bunun hesabını sormadı. Bunun için 1 Kasım seçimlerini tüm Türkiye iradesine emri vaki bir biçimde dayattı. 1 Kasım seçimleri, Türkiye demokrasisine yapılmış en büyük darbedir. 7 Haziran sandığından çıkan meclis, yani seçilen milletvekilleri ve halkın sandık tercihi olarak ortaya çıkan koalisyon formülü, kendini dayatıp işin başına geçseydi, Türkiye bu günkü halde olmazdı. 1 Kasım seçimlerinden ise AKP-MHP fiili koalisyonu, bir savaş ve darbe hükümeti olarak çıktı.

Kürtler bu savaş ve darbe hükümetine, demokratik öz yönetim direnişi ile cevap vermek istedi. Bu savaş ve darbe hükümetinin adeta frenine basan temel güç oldu. Kürtler, öz yönetim direnişini başlatmasaydı bu savaş ve soykırım siyaseti daha ileri gidecekti. Bu konuda çok ciddi bir manipülasyon var. Biz bunu biliyoruz. Bunun artık anlaşılması ve aşılması lazım. Zaten bu gelişmelerle bağlantılı olarak 15 Temmuz askeri darbe girişimi gelişti. Darbe mekaniği denen şey budur. AKP’nin yönetim tarzı Türkiye’de darbe içinde darbelere yol açtı. Türkiye’de Kürt sorunu çözülmediği müddetçe, Kürtler demokratik haklarına ve özgürlüğüne kavuşmadığı ve Önderliğimiz özgür bırakılmadıkça, Türkiye’nin demokrasi sorunu da çözülmeyecek ve Türkiye darbeler kıskacından kurtulmayacaktır. Türkiye’yi darbelerden kurtarmanın tek yolu Kürt sorununun demokratik çözümüdür. Çünkü sorunları darbelerle çözme geleneği, Türkiye’de Kürt sorununu çözmemekle ilgilidir. Çünkü Kürt Sorunu, Türkiye’nin demokratikleşme sorunudur. Çözülmedikçe de Türkiye’yi darbe geleneği yönetmeye devam edecektir. Tıpkı şimdi olduğu gibi.

Toplumun aydın, demokrat kesimleri, algı yaratmada ne tür bir rol oynayabilir?

Türkiye’de darbeleri sadece askerler yapar gibi yanlış bir algı da vardır. Bu algının değişmesi lazım. Akademisyenlerin ve siyaset bilimcilerin, tarih bilimcilerin, bu konuda toplumu aydınlatması lazım. Darbeleri sadece askeri üniforma giyenler yapmaz, sadece ordular yapmaz, siyaset kurumu ve siyasetçiler de darbe yapar. Dolayısıyla, şu anda Türkiye’yi yöneten AKP-MHP koalisyon hükümeti kesinlikle bir darbe hükümetidir. Bu hükümete karşı durmak lazım.

Geçen yıl bu vakitte aynı darbe hükümeti, Kürdistan’da “taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayın” talimatını vermişti. Talimatı ilk zikreden Devlet Bahçeli’dir. Erdoğan’da resmi yetkisini kullanarak, ordusuna ve polisine bu emri verdi. Kürtler bunu asla unutmayacak. Kürdistan tank ve toplarla yakılıp yıkılırken, bebek, çocuk, kadın, yaşlı demeden, sokakta gördüğü Kürdün tavuklarını bile tarıyorken, onurlu yaşamak isteyen insanları bodrumlarda canlı canlı yakıyorken, Türkiye’de kimse kılını kıpırdamadı. Neden? Çünkü yakılıp yıkılan yerler Kürdistan’dı ve katledilenler Kürtlerdi. Kayyum atanan belediyeler Kürt belediyeleri idi, tutuklanan gazeteciler özgür basıncılardı, büyük bir soykırımdan geçirilen siyasetçi-milletvekili-belediye başkanları HDP’liydi. İşte bunun için kimse fazla ses çıkarmadı. Darbe hükümeti Kürtlere karşı bu büyük soykırımı yürütürken, Türkiye kamuoyu adeta “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tavrı içinde oldu. Duruşu böyle olan bir Türkiye’nin sonunun buraya varacağını görmemek mümkün değildi. Derler ya hani; perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.

Sonuç itibariyle, şu anda gelinen nokta önemli. Erdoğan-Bahçeli faşizmine karşı çıkılmazsa, bir biçimde frenine basılmazsa, Türkiye kendisini daha tehlikeli, daha karanlık zamanların içinde bulacaktır. Bakın, adım adım kendi rejiminin taşlarını diziyor. Okulların ders müfredatından “Evrim Teorisini” çıkarıyor. Bu her şeyi anlatmaya yetiyor. Bilimcilerin ve akademisyenlerin bunun üzerinden kıyamet koparması gerekir. Türkiye’ye yeni bir Ortaçağ geleceği hazırlanıyor. Yine Atatürk bilgisini, ders kitaplarından çıkarıyor. Tablosunu meclis kafeteryasından indirtiyor, heykelini meydanlardan kaldırıyor. Lozan’ı tartışıyor. Misak-ı milliyi tartışıyor. Cumhuriyetin sınırlarını tartışıyor. Erdoğan, resmen ve cebren bölücülük yapıyor. Türkiye’nin cumhuriyetçi değerlerini ortadan kaldırmak istiyor. Cumhurbaşkanıdır ama cumhuriyet karşıtlığı yapıyor. Muhafazakarlık-geleneksellik adı altında, yeni Osmanlıcılığı geliştiriyor. Devleti tamamen ele geçirip; bilim dışı, dinci, mezhepçi, laiklik karşıtı, ırkçı, cinsiyetçi yeni bir imparatorluk sistemi kurmak ve tek başına padişahı olmak istiyor. Hızını alamayıp tüm İslam dünyasının kontrolünü ele geçirip halife olmak istiyor. Bunu biz uydurmuyoruz. Çeşitli tarikatların önde gelenleri söylüyor.

2023’de Atatürk Cumhuriyeti yüz yılını dolduruyor. Erdoğan, ikinci yüzyılın önderi yani Atatürk’ü olmak istiyor. Ancak bunu Atatürk karşıtı bir minvale oturtmak istiyor. Kısacası kendi Cumhuriyetini, kendi ilke ve inkılaplarını, kendi anayasasını oluşturmak istiyor. Buna göre, ikinci yüzyılın ders kitabı kapaklarında Atatürk yerine, Erdoğan resmi olacak. Belki heykel siparişlerini de vermiştir şimdiden. En küçük bir muhalefet nüvesine şiddetle celalleniyor. Ama o celalleniyor diye, Türkiye’nin bu durumu da kaderine terk edilemez tabi. Cumhuriyetçilerin ve Atatürkçülerin kıyamet koparması gerekiyor. Buna karşı etkili bir muhalefetin gelişmemesini dünya hayretle izliyor.

Türkiye büyük bir sarsıntı geçiriyor. Tıkanan işlemeyen bir sistem var. Enflasyon fırlamış, ekonomi kırmızı alarmda. Türk parası Dolar ve Euro karşısında tarihinin en büyük düşüşünü yaşıyor. Döviz alan vatandaşı terörist ilan etti. Demokratik siyaseti, radikal demokrasiyi zindanlara kapatarak tasfiye etti. Sosyal demokratları uzlaşmaya çekiyor. Bir şekilde kendi darbesine katmak için etraflarında dolanıp duruyor. Onlar da ciddi bir muhalefeti geliştiremiyorlar. Liberal demokrasiyi ise pratik olarak feshetti. Şu anda yasamayı da yürütmeyi de, yargıyı da Erdoğan feshetmiş durumda, tüm kuvvetleri kendi kontrolüne almış, kendisi yürütüyor. Kuvvetler ayrılığı diye bir şey bırakmadı. Ortada bu faşizme karşı çıkacak tek bir kuvvet bırakmadı gibi görünüyor.

Türkiye’nin demokratik siyaset beyni zindanlara kapatıldı, Akademik beyni ise kaçırtıldı, göçe zorlandı, sürgüne çıkartıldı. Erdoğan her şeyi kendinde merkezileştirmiş. Tüm Türkiye’yi tekeline almış. Bir de bu merkezi, tekçi, faşizan yönetim şeklini kalıcı bir anayasa haline getirmek için, Meclis’i adeta işçisi gibi gece-gündüz çalıştırıyor. Meclis’e “değişikliği geçirmek zorundasın” tehdidini yapıyor. Değişiklik geçmezse bu meclis feshedilecek, yeni bir meclisle çalışılacak diyor. Milletvekilleri kendi bireysel dertlerine düşmemelidirler. Vicdanlı olmalıdırlar. Demokrat değillerse bile, vicdanlı olmalıdırlar. Vicdanların konuşması gereken bir süreçtir. O yüzden AKP vekilleri de dahil, halkın oy vererek kaderini teslim ettiği milletvekilleri, kendilerini Erdoğan’ın kafesinden kurtarmalı ve halkın iradesine sahip çıkmalıdırlar. Türkiye’yi Erdoğan’ın hilafet kafesine teslim etmemelidirler.

Birçok kez Öcalan’ın özgürlüğü için kampanyalar başlatıldı. Halen de bu kampanyalar ve eylemler sürdürülüyor. Hareket olarak bu eylemleri ve kampanyaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bundan sonra neler yapılması gerekir?

Kürt halkı, Önder Abdullah Öcalan’ın esaretini hiçbir zaman kabul etmedi. Bunu kendi esareti olarak görüyor. Uluslararası komployu boşa çıkarmak ve bu esareti bitirmek için yıllardır mücadeleci, eylemsel ve iradi bir duruş içerisindedir. İradesini bu yönlü ortaya koyacak birçok hamle süreci ve çeşitli kampanyalar geliştirdi. “Güneşimizi karartamazsınız” fedai duruşu, “Abdullah Öcalan’ı siyasi iradem olarak kabul ediyorum” adıyla yürütülen imza kampanyası, “ Önderliğin özgürlüğü kadının özgürlüğüdür” hamlesi, “Êdî Bese,” hamlesi, “Azadiya Serokatî Azadîya Meye” kampanyası, 2012 yılında zindanlardaki tutsak yoldaşlarımızın ve Avrupa’daki Kürtlerin girdiği “ölüm orucu” eylemi, bu yıl Kürt siyasetçi ve milletvekilleri öncülüğünde gelişen açlık grevi kampanyası ve tam 239 haftadır Önderliğin özgürlüğü için Strasburg'dan Kürt yurtseverlerimizin büyük bir öz veriyle tuttuğu büyük nöbet eylemi, yürütülen kampanya ve hamle süreçlerinin en belirgin olanlarıdır.

Önderliğin özgürlüğü için Kürtlerin Strasburg'da tam 239 haftadır tuttuğu “nöbet eylemi” çok değerli bir eylemdir. Her hafta bulunduğu yerden yola çıkıp Strasburg'a gelip Önderliğin özgürlüğü için nöbet eylemine katılan Kürtlerin ve değerli dostlarının direnişini buradan selamlıyorum. Ayrıca şu anda Kürtler bulunduğu her yerde Önderliğin özgürlüğü ve İmralı uygulanan tecridin kaldırılması için çeşitli eylem ve etkinlikler yapmaktadır. Halkımızın bir duruş olarak, içine girdiği bu eylem ve etkinlik süreci çok değerli bir çabadır. Kürtler bu onurlu duruş ve çabalarıyla kendi özgürlük tarihlerini yazıyorlar. Kürt halkının bu eylemsel mücadeleci duruşunu ve çabasını buradan selamlıyorum. Ancak halkımızın gösterdiği bu çabanın ciddi bir yaptırım gücüne dönüşmesi için eylemlerin daha da güçlenmesi gerekiyor. İmkanı çok olan alanlar var. İmkanı olan bu alanların elindeki imkanlarını daha iyi değerlendirmesi, daha güçlü bir eylem düzeyi ortaya çıkarması lazım. Çünkü şu anda var olan düzey çok değerli olmasına rağmen, Önderliğimizin üzerindeki tecrit ve izolasyonu ve Kürdistan’da yürütülen faşizmi kırmaya yetmiyor. Halkımız daha güçlü, daha zengin, daha yaptırım gücü olan bir eylem kapasitesine ulaşmayı hedeflemeli. Özellikle Kürt gençliği bunu ödev bilmeli, bunu tarihi bir görev bilmeli.

ETKİNLİKLER KATLANARAK DEVAM ETMELİDİR

Kürdistan Gençliğinin “Bı Tolhıldana Şoreşgerî, Perçe bıke Dagırkerî, Azad bıke Rêbertî” şiarı altında başlattığı yeni hamlesine, tüm gençlerin serhildan ruhuyla katılması çok önemlidir. Onları da buradan selamlıyorum. Gençlik hareketi, Kürdistan’ın büyük umut hareketidir. Birlikte mutlaka başaracağımıza inanıyoruz. Önderliğimizin sağlık ve güvenliği konusunda kesin bir bilgi alıncaya kadar bu eylem ve etkinlikler katlanarak devam etmelidir. Önderliğin esaret hali, Kürt halkının başına gelmiş en büyük felakettir. Bu büyük felaketi ortadan kaldırmanın, bu kaderi değiştirmenin halkımızın ortaya koyacağı mücadeleci ve eylemsel duruşa bağlı olduğunu, halkımız bilmelidir. 15 Şubat Uluslararası Komplosu sürecinde, komplonun kirli hedeflerini kıran, halkımızın Önderliğini sahiplenme düzeyi oldu.

Hatırlanırsa, halkımızın Önderliğini bu düzeyde sahiplenmesine ilişkin olarak, komplonun başını çeken büyük ülkeler bile şaşırmıştı. Kürt Halkının Önder Abdullah Öcalan’ı bu düzeyde sahipleneceklerini tahmin etmediklerini itiraf etmişlerdi. Komplonun şu anda yine ısıtılmak istendiğini halkımız bilmelidir. Uyguladığı soykırım siyaseti ve yeşil faşizm ile Kürtleri korkutmak, sindirmek ve susturmak istemektedir. Çünkü komplocular, en çok da Kürtlerin susmasından sinmesinden cesaret alırlar. Komployu ısıtma ortamını geliştirmek için Kürtlere karşı bu kadar acımasız bir faşizm ve soykırım uyguluyor. Yeni komplolarla dolu olan bu çökertme planlarını boşa çıkarmak, tıpkı komplo sürecinde olduğu gibi halkımızın hiçbir şart ve koşul altında susmaması ve sesini dünyaya duyurmasına bağlıdır.

Kürt halkı, Önderliğe olan özlem ve hasretini mücadele gücüne dönüştürmelidir. Halkımız isterse, Önderliği komplocuların esaretinden kurtarma gücüne ve iradesine sahip olduğunu bilmelidir. Çünkü halkların geleceği, halkların kendi ellerindedir. Sur’daki Çiyager yoldaşın, Cizre’deki Mehmet Tunç arkadaşın söylediği gibi, bu mücadelenin “sonu muhteşem” olacaktır. Botanlı Taybet Anaların ve yaşı küçük ama yüreği büyük Cemilelerin, hayalini kurduğu zafer dolu güzel günler artık yakındır. Kürtlerin döktüğü tek bir damla kanın boşa akmadığını ve zaferi yakınlaştırdığını herkes bilmelidir. Halkımızla beraber mutlaka kazanacağız diyoruz.