Bozkır’ın iki devrimci hücresi: Nagihan ve Paramaz
Dünyanın en güzel insanlarını anlatmaya yetmiyor dil. İlla ki vardır bunun da bir anlamı, bozkıra doğan ama oraya sığamayan iki yüreğin aynı günde ölümsüzleşmesinin...
Dünyanın en güzel insanlarını anlatmaya yetmiyor dil. İlla ki vardır bunun da bir anlamı, bozkıra doğan ama oraya sığamayan iki yüreğin aynı günde ölümsüzleşmesinin...
Şimdi, sessizliğine sığınarak kırık bir sonbahar gecesinin, dünyayı büyülemenin sırrını düşünüyorum. Paramaz’ın Miştenur’dan dünyayı büyüleyişinin üzerinden on yıl, Nagihan’ın deniz kabuklarında nefes oluşunun üzerinden iki yıl geçti. Nagihan heval, tesadüflere inanmaz, illa ki bir anlamı vardır, derdi her buluşma, rastlaşma için. İlla ki vardır bunun da bir anlamı, bozkıra doğan ama oraya sığamayan iki yüreğin aynı günde ölümsüzleşmesinin. Söz vermiştim Nagihan’a bir gün Paramaz’ı yazarım diye. Selam olsun, Neverland’e.
Ne kadar istesem de dünyanın en güzel insanlarını anlatmaya yetmiyor dil. Eylül’le Ekim’in buluştuğu bu günlerde Nagihan’ı, Paramaz’ı, Seyid’i, Gulê’yi bir halayın içinde düşlüyorum. Cümleleri geçiyor aklımdan birer birer, gülüşleri dokunuyor yüzüme, bazen hüzne bazen neşeye bulanmış yaşlar dökülüyor yüzüme. Seyid hevalin son yolculuğuna yüklediği “şimdi tümüyle Kürdistan oldum” bilinci, Nagihan’ın son gününde defterine “yazmak istiyorum” cümlesiyle yüklediği çığlığı, Paramaz’ın hakikat arayışında vardığı “her yürek devrimci bir hücredir” çağrısındaki netliği sarıyor bedenimi. Geçip gitmiyorlar öte dünyaya, yer açıyorlar sevgiye, inanca, iradeye…
Onlarca gözleri gülen gerillanın olduğu bir fotoğraftakileri tanıtan arkadaşın, her birinin nerede ne zaman şehit düştüğünü anlatırken olan dirayetini düşünüyorum. “Sanki bir an dursak kalbimizin bu ağırlığı taşıyamayacak” demişti başka bir bilge. Durmuyoruz, bir an bile durmuyoruz. Yüreğimizdeki ağırlığın altında eziliyoruz. Ama çökmüyoruz. Layık olmanın, hayallerini gerçekleştirmenin, mücadeleyi sürdürmenin iradesini kuşanıyoruz. Öfkeyi, acıyı, neşeyi harmanlayıp sonbahar yapraklarının sarısını bürünüyoruz. En şen kahkahamızdayken bile derinlerde yer etmiş hüznümüz yansıyor gözbebeklerimize.
Konya’nın bozkırlarını soluyorum, bozkır hüznünü dağın öfkesine karıyorum. Şimdiye kadar yerine getiremediğim sözlerimi getirip götürüyorum içimde. O yüzden, en azından bir an’a tutunarak Paramaz’ı yazmaya duruyorum. Paramaz’dan Nagihan’a devrimci neşeyle şenlenen, direnişin kahkahalarıyla yarılan, hüznün bozkır ufuklarında uzanan yılları düşünüyorum.
10 yıl önce bu saatlerde Amed sokaklarında Kobanê direnişi için yakılan tekerlerin isini içimizi aydınlatırken, Miştenur’da yıldızlaşıyordu Paramaz. Sonraki gecenin yarısında “gördün mü paylaşımı” diye gelen telefonla gecenin sessizliğine dökmüştüm yaşlarımı. Ertesi günler direnişin ateşi yanmaya devam etti Amed sokaklarında... Kim önce düşer toprağa kim bilir sözümüz havada asılı… “Erken öleceğiz seninle biz, şafaktan önce öleceğiz” şarkısı kafamda çakılı, giderken bıraktığın mektupları sevdiklerine ulaştırmanın ağırlığıyla yola düşmüştüm.
O mektupları yazarken ne kadar ağlamıştın. Ne kadar ince düşünmüştün hangi olasılıkta ne yapmak gerektiğini. Direnişe katılmanın heyecanı kadar, sevdiklerine dostlarına veda mektubu bırakmanın ağırlığı, neyle karşılaşacağını bilmemenin kaygısı vardı. Mektup bırakabilmeyi sınıfsal bir ayrıcalık olarak ele alıp utanacak kadar bütünleşmiştin komünist bilinçle. Sınıfsal bilincini kadın özgürlük mücadelesinden aldığın umutla harmanlayıp, cins çelişkisini sürükleyici, dönüştürücü çelişki olarak ele aldığın için, kızardın taktiksel yüzeysel yaklaşımlara. Bu yüzden belki, mektuplarının dışında bir de faydalanırsınız, işinize yarar inşallah, diyerek hazırladığın özel araştırma dosyalarını koyduğun bir flaş bellek bırakmıştın “kadın arkadaşlara” iletilmek üzere. Arkadaşları severdin ama sevmenin de ötesinde derin bir saygı duyardın. Eleştirilerin kadar anlama çaban, anlatma çaban vardı. PKK'li değildin belki ama özü yakalayıp, Özgürlük Hareketinin özgür ruhuyla bütünleşmiştin. Bu ruha uymayan her adımı, her yaklaşımı öylesine eleştirirdin ki seni tanımayanlar “ukela” dese haksız sayılmazdı. Mücadele-emek-devrimcilik ilişkisini konuşurken, yine kıyasıya eleştirdiğin bir anda “PKK'nin senin üzerindeki emeğini neden hiç hesaba katmıyorsun” sorusunu öyle ciddiye almıştın ki Türkiye sosyalist hareketinin Kürt özgürlük hareketine yaklaşımının psikolojik, sosyolojik çözümlemesini kendi şahsında yaparak, öz eleştirini eyleminde verdin. Bu emeği bilince çıkardığında farklı bir huzur yerleşmişti adımlarına. Bu yüzden vasiyet bıraktın arkadaşlarına, “devrimci bir çıkış yapmak istiyorsanız PKK’nin ideolojik grup dönemini inceleyin” diye.
Bu dünyaya bakmak ve bu dünyada yaşamak arasındaki farka duyduğun öfkeydi, seni uzlaşmaz kılan. Teori ve pratiğin en sade haliyle bütünleştiği ve halklaştığı, en altta bırakılanların kırılganlığındaki arabeski, devrimci cesarete örgütleyecek bir örgütün hayalindeydin. Neşenle, öfkenle, hüznünle, devrimci inceliğinle ve yurdunu arayan sürgün ruhunla… “Biz bu toprakların dervişiyiz… “ diyor ya heval Atakan, sen bu dervişliğe doğmuş ama dergahını bulamamış bir gezgindin adeta. İnanmadığın şeyi ne yapardın ne söylerdin. Devrimci toplumsal özneye dair kavrayışın sloganların, basın açıklamalarının, salon toplantılarının ötesindeydi.
Ateşi görmek, sıcaklığını hissetmek sana yetmedi hiçbir zaman. Hakikatle bir olmanın, ateşinde yanmanın arayışında oldun hep. Çağ çözümlemesi yaparken, çağın insanının duygusunu çözümlerken, şarabi eşkıyaların anlam dünyasının izlerini bu çağda hangi çatlaklardan sızdırılabileceğinin arayışındaydın. Bu yüzden, Tuzla’da tersane işçilerinin, Kızılay’da Tekel işçilerinin sofrasında, 2006’da isyanlarında Boğaziçi’nden Amed’e giden otobüsün önündeydin. Bu arayışla Lübnan’da, Ürdün’de Filistin kamplarında, direnişin ve tükenişin birbirine karışan izlerinde Denizler'in attığı adımları güncellemenin derdini yüklendin. Sorularına cevap bulabilmek için bilgelerin mekan tuttuğu dağlara kadar gittin. İstanbul’da gece mavisi bir zemine yazılmış tek kelime kadar, yalnız, yüklü, en arkada bırakılmış anlamların peşine düşendin: “Şaki”. Şaki, senin büyüsüz dünyayı büyülemek için örgütlenme çabana verdiğin isimdi. Muradın “Türkiye’nin batısında sıradan emekçi insanların hayatını büyüleyecek, sıradan kahramanlar çıkaracak büyük bir çıkışın tohumlarını, hakikat arayışçılığının öncü ve artçı örgütünü” yaratmaktı. Kolay olmadığını biliyordun ama yoldaşlığın öyle derindi ki devrimle, pes etmedin. Hakikatle buluşturacak doğru yöntem arayışına devam etmeyi esas aldın. Huzursuzdun. Devrimcilik adına kurulan her sözün, atılan her adımın çözümlemesini yapar, komünist anlam dünyasıyla çelişen yönleri keskin bir eleştiriye tabi tutardın. Kızıldere’yi Nurhak’a, Filistin’i Kürdistan’a bağlayan yoldaşlığın yüzü suyu hürmetine, yorgun demokratlıkla, dogmatizmle, liberalizmle, popülizmle, yüzeysellikle amansız bir kavgadaydın. Öfke, serzeniş, neşe ve umudun birleşiminde gelgitlerini paylaşmaktan çekinmezdin. Menkıbe’yi bu yüzden yazdın.
Dersim’de Munzur suyuyla demlerken yüreğini, İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizmle hesaplaşmasını, bedenlerini uçurumdan Munzur’a bırakan kadınların asiliğinin süzeğinden geçirdin ve Kızılbaş oldun. Bir bebekten katil yaratan karanlığa karşı yükselen çığlığın, “hepimiz Hrant’ız” yazan lolipoplara sıkıştırılıp kısılmasına duyduğun öfkenin bilinciyle Paramaz adını kuşandın. Duyguya kesmiş bir bilincin ifadesiydin; hüznü ve neşeyi, ciddiyeti ve şakayı oturttuğun yüreğin, devrimci bir hücre oluverirdi dokunduklarına. Bu yüzden, Paramaz Kızılbaş adını yüklenip adımladığın yolda iz dursun diye şakilere “her yürek devrimci bir hücredir, hayal gücü iktidara” sözünü bırakarak gittin Kobanê’ye.
Kobanê, komunist tahayyülün an’da zuhur etmesiydi. Bu zuhur edişe uzaktan bakmayı, alkış tutmayı, tahlil etmeyi yakıştırmadın kendine. Çok kez “sıradan” kaygılara sahip olmaya, sadece seni ilgilendiren hayaller kurmaya çalışmıştın. Ama beceriksizdin bu konuda. Hayallerin asiydi, yapıcıydı, kolektifti, özgürdü, üreticiydi, yaratıcıydı, yıkıcıydı. Doğrudur, “sıradan bir genç olarak sıradan çelişkilerden dolayı, sadece bir tercihte bulundum; her şeyden önce bu tercihi kendim için yaptım” dedin. Devrimin ekmek kadar, su kadar hayati bir ihtiyaç olduğunu öyle sade bir şekilde ifade ettin ki “sıradan”, bir başka deyişle “normal” olanın ne olduğuna ölçü getirdin. Büyüledin. Aynen dediğin gibi: “Ulvi bir inanç için yola çıkmadım, ulvi olmayan insanlarla hayatı, büyüsüz bir dünyayı, şeyleşmiş bir dünyayı büyülemek istedim o kadar.”
Toplumun mevcut haliyle barışık olmanın, devrimci çelişkilerin inkârı olacağını söylerdin. Bu yüzden, safları netleştirerek toplumu mümkün kılacak bir iç savaş hayal ederdin. Çünkü iç savaş dediğin tam da bu sıradanlığın ve özgürlük zerrelerinin çarpışmasıydı. Kendi içinde de yürüttün bu savaşı. Ahlaki-politik toplum hücreleriyle, kanserli kapitalist modernite unsurlarının çatışmasının bir başka ifadesiydi bu. Hayatında hakikate vardığın en yakın noktayı “Çelişkilerimin aşılamayacağını, zira bunlar toplumsal oldukları için ancak insanın çelişkilerini örgütlemeyi, daha üst bir mertebede toplumsallaştırmaya çalışabileceğini öğrendim" diyerek ifade etmiştin mektubunda. Mektubunda paylaştığın bu tespiti kavramanın huzuruyla geçtin Amed’den 2014 yazında. Amed’den Kobanê’ye giden yolda dergahını buldun ve Kobanê’de her biri bir yıldıza kayıtlı şehitler içinde sıradan bir yer kaparak, annelerin zılgıtlarında toplumsallaştın.
Yeter ki inanalım, ellerimizi bahçeye diktiğimizde yeşereceklerine…