İHD ve TİHV’den ortak açıklama: İmralı tecridine son verin

İHD ve TİHV, İnsan Hakları Haftası dolayısıyla ortak yaptığı açıklamada, Türkiye’de yaşanan hak ihlallerine değinerek, İmralı tecridinin bir an önce sona erdirilmesi çağrısında bulundu.

İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin imzalanmasının 72. yılında 10-17 Aralık İnsan Hakları Haftası'nın ilk günü dolayısıyla İzmir, İstanbul ve daha birçok kentte basın açıklaması gerçekleştirdi.

İZMİR

İHD İzmir Şubesi, TİHV İzmir Temsilciliği, ÖHD İzmir Şubesi, ÇHD İzmir Şubesi, EGE TUHAD-FED, Halklar Arası Dayanışma Köprüsü Derneği, Hak İnisiyatifi, İnsan Hakları Gündemi Derneği Konak Eski Sümerbank önünde ortak basın açıklaması gerçekleştirdi. Küresel salgın ve olağanüstü hal koşullarında insan haklarını savunuyoruz" yazılı pankartın açıldığı açıklamada "İnsan haklarıyla insandır", "İnsanlık onuru işkenceyi yenecek" ve "Jin jiyan azadi" sloganları atıldı.

Açıklamayı hak savunucuları adına TİHV İzmir Şubesi’nden Coşkun Üsterci okudu.

İSTANBUL

İHD İstanbul Şubesi ve TİHV, Sultanahmet Meydanı’nda bir araya gelerek basın açıklaması düzenledi. “İnsan hakları hemen şimdi” pankartının açıldığı açıklamada, “Savaşa hayır barış hemen şimdi”, “Hapishanelerdeki insan hakları ihlallerine son ver” ve “Herkes renkli herkes eşit” dövizleri taşındı. Açıklamada, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” ve “İnsan haklarıyla insandır” sloganları atıldı.

İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin de katıldığı açıklamayı İHD İstanbul Şube Eşbaşkanı Gülseren Yoleri okudu.

Açıklama alkış ve sloganlar ile son buldu.

Ortak açıklamada şu ifadeler yer aldı:

“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 72. yılındayız. Tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 pandemisinin yol açtığı siyasal, sosyal, ekonomik, etik vb. boyutları olan küresel kriz koşullarında haklarımıza sahip çıkıyoruz. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde belirtildiği gibi barış, adalet, eşitlik, özgürlük ve insan onurunun korunmasını ve bunları güvence altına alacak demokrasi mücadelesinin verilmesini savunmaya devam ediyoruz. Çünkü insanlığın varoluşunu tehdit eden bu küresel krizden çıkışın tek yolu söz konusu değerlere sahip çıkmaktır.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin hazırlanması, Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde, 29 Nisan 1946 tarihinde, İnsan Hakları Komisyonu’nun kurulmasıyla başlamıştır. Komisyonca hazırlanan bir giriş ve 30 maddeden oluşan İnsan hakları Evrensel Bildirgesi, 10 Aralık 1948 günü Fransa’nın başkenti Paris’te toplanan BM Genel Kurulu’nda kabul ve ilan edilmiştir. Türkiye, Evrensel Bildirge’yi, 27 Mayıs 1949 tarihli Resmi Gazete’de yayınlayarak yürürlüğe koymuştur. Evrensel Bildirge 500’den fazla dile çevrilmiştir. Bu özelliği ile de en çok dile çevrilen insan hakları belgesi olma özelliğini taşır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 4 Aralık 1950 tarihinde gerçekleştirdiği toplantıda, 423 (V) sayılı kararıyla ‘10 Aralık’ gününü, ‘İnsan Hakları Günü’ olarak ilan etmiştir.

‘İNSAN HAKLARINI SAVUNMAK EN ASLİ GÖREVİMİZ’

BM’nin İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı ağır insani yıkımın bir daha asla yaşanmaması için, barış, insan hakları ve demokrasi ideallerine dayalı uluslararası bir sistem oluşturma hedefiyle inşa edilmiştir. Bugün gelinen noktada maalesef bu ideallerin çok gerisinde kalınmıştır. Tüm bu olumsuzlukların karşısında dünyanın her yerinde halklar özgürlük, adalet, eşitlik ve insan hakları talepleriyle itirazlarını yükseltmektedirler. Devletlerin ve hükümetlerin bu itirazlara yanıtı ise şiddetin her türünü sistematikleştirip yaygınlaştırma ve hayatın tek gerçeği olarak toplumlara dayatma şeklinde olmaktadır. Bugün tüm dünyanın yaşamakta olduğu bu ağır kriz karşısında insan haklarını savunmak ve kurucu rolünü canlandırmak en asli görevimizdir.

‘ÜLKE OHAL REJİMİ İLE YÖNETİLDİ’

Küresel salgının daha da derinleştirdiği bu kriz hali, maalesef Türkiye’de de tüm yoğunluğu ve ağırlığı ile yaşanmaktadır. Ülke, 2016 yılından bu yana önce doğrudan, 19 Temmuz 2018 tarihinden itibaren de resmen kaldırıldığı söylense de yapılan pek çok düzenleme ile kalıcılık ya da süreklilik kazandırılan bir OHAL rejimi ile yönetilmektedir. Bu durum, siyasal iktidarın gücünü sınırlandıran anayasacılık ilkesinin terkedilmesine, böylece hem hukukun hem de kurumların baskıcı rejimin birer ‘aracı’ haline getirilerek keyfiyetin ve bilhassa da belirsizliğin kamusal alana hakim kılınmasına yol açmıştır. Özellikle bir yönetim tekniği olarak başvurduğu belirsizlik yaratma gücü, siyasal iktidara salgın koşullarını bir fırsata çevirme imkanı vermektedir. Salgının olağanüstü niteliği ile OHAL’i birbiriyle ilişkilendirerek erkini daha da merkezileştirip toplum üzerindeki baskı ve kontrolünü arttırmaktadır. Salgınla mücadeleyi bir önleme ve koruma eylemi olarak değil de bir güvenlik sorunu olarak ele alan siyasal iktidar, böylesi durumlarda hep yaptığı üzere öncelikle insan haklarını iptal etmeye yönelmiştir. Sonuç ise başta bilgi edinme hakkı, yaşam hakkı, sağlığa erişim hakkı, çalışma hakkı, ifade özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü olmak üzere tüm temel hak ve özgürlüklerin sistematik olarak ihlal edilmesi olmaktadır.

‘ÇOK SAYIDA YAŞAM HAKKI İHLALİ GERÇEKLEŞTİ’

Siyasal iktidarın ekonomiden toplum sağlığına kadar ülkenin tüm meselelerini güvenlik sorunu haline getiren, toplumu kutuplaştıran, ülke içinde ve dışında şiddeti esas alan, bilhassa da Kürt sorununun ve uluslararası sorunların çözümünde çatışma ve savaşı tek yöntem haline getiren politikaları sonucunda 2020 yılında ülkede yüksek sayılarda yaşam hakkı ihlalleri yaşanmıştır. Çok faklı toplumsal kesimlerden insanlar ya doğrudan kolluk güçlerinin şiddeti ya da devletin, ‘önleme ve koruma’ yükümlülüğünü yerine getirmemesi sonucu yapısal şiddetin ve/veya üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen şiddetin sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir.

‘COVİD-19 MESLEK HASTALIĞI OLARAK KABUL EDİLMELİ’

Burada en başından beri salgını kontrol altına almak ve halkın sağlığını korumak için olağanüstü bir çaba harcayan ve gerekli önlemlerin yeterince alınmaması sonucu yaşamını yitiren sağlık çalışanlarını özellikle anmak isteriz. Sağlık çalışanlarının Covid-19'un iş kazası ve meslek hastalığı olarak kabul edilmesi talebi derhal yerine getirilmelidir.

Anayasa’nın ve Türkiye’nin de bir parçası olduğu evrensel hukukun mutlak olarak yasaklamasına ve insanlığa karşı bir suç olma vasfına rağmen işkence olgusu 2020 yılında da Türkiye’nin en başat insan hakları sorunu olmuştur. Resmi gözaltı merkezlerinin yanı sıra kolluk güçlerinin barışçıl toplanma ve gösterilere müdahalesi sırasında, sokak ve açık alanlarda ya da ev ve iş yeri gibi mekânlarda, yani resmi olmayan gözaltı yerlerinde ve gözaltı dışındaki ortamlarda yaşanan işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları, yeni bir boyut ve yoğunluk kazanmıştır. Denilebilir ki siyasal iktidarın baskı ve kontrole dayalı yönetme tarzı sonucu günümüzde tüm ülke adeta işkence mekânı haline gelmiştir.

‘ZORLA KAÇIRMA VE KAYBETME OLAYLARI ARTTI’

Yakın tarihimizin en utanç verici insan hakları ihlallerinden biri olan insanlığa karşı suç niteliğindeki zorla kaçırma ya da kaybetme vakalarında OHAL’in ilan edildiği 2016 yılından bu yana yeniden bir artış görülmesi ve bu tür vakaların 2020’de de yaşanması son derece endişe vericidir.

‘HASTA TUTSAKLAR PANDEMİ KARŞINDA SAVUNMASIZ BIRAKILDI’

Devletlerin insan haklarına yönelik saygısının dolayımsız göstergesi olan hapishaneler, bugün Türkiye’de siyasal iktidarın hukuku bir baskı ve sindirme aracı olarak kullanmasının sonucunda tıka basa dolu durumdadırlar. Yaşam hakkı ihlalinden işkenceye, sağlık hakkına erişime kadar ağır ve ciddi ihlallerinin yaşandığı yerlerdir. Covid-19 salgını açısından en riskli yerlerin başında hapishaneler gelmektedir. Salgın gerekçe gösterilerek mahpusların zaten kısıtlanmış olan hakları daha da kısıtlanarak yeni bir ‘normal’ yaratılmak istenmektedir. Uluslararası insan hakları otoritelerinin evrensel standart ve normları hatırlatarak yaptığı uyarı ve çağrılara karşın ‘7242 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’da yapılan son değişiklikten sadece eleştirel veya muhalif görüşlerini ifade edenler de dahil olmak üzere yeterli yasal dayanak olmadan alıkonulan gazeteciler, akademisyenler, insan hakları savunucuları, avukatlar, seçilmiş siyasiler ve özellikle Covid-19’a karşı savunmasız olan yaşlı ve ağır hasta mahpuslar Terörle Mücadele Kanunu gerekçe gösterilmesi nedeniyle yararlanamamıştır. Salgının ulaştığı boyut göz önüne alındığında yeni kayıplar ve hak ihlalleri yaşanmadan derhal söz konusu otoritelerin uyarı ve çağrılarına uygun yeni düzenlemeler yapılmalıdır.

‘SORUŞTURMA VE DAVALAR AÇILDI’

OHAL ilanıyla birlikte siyasal iktidarın düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları, özellikle de basın üzerindeki kaygı verici boyutta artan baskı ve kontrolü 2020 yılında da sürmüştür. Türkiye’de ifade özgürlüğünün kullanımı siyasi, sanatsal, ticari, akademik, dini ve ahlaki hemen her ifade biçimi bakımından sorunlu olmakla birlikte kısıtlama ve ihlaller asli olarak siyasal nitelikli eleştirilere yöneliktir. Siyasal iktidarın icraatlarına yönelik her türlü eleştiri ya da denetleme talebi bastırılmaya çalışılmakta, soruşturma ve dava konusu olmaktadır. Özellikle 2020 yılında Covid-19 salgınına karşı mücadele sırasında alınan önlemleri eksik ve yetersiz bulan, vaka ve ölüm sayılarına dair paylaşılan bilgilerin gerçeği yansıtmadığını düşünen, bu nedenle daha fazla bilgi ve şeffaflık talep eden, eleştiri ve itirazda bulunan pek çok kişi ve kuruluş hakkında soruşturma ve davalar açılmıştır.

‘ÖZGÜRLÜKLERİN KULLANIMI İSTİSNA OLDU’

2020 de bir önceki yıl gibi toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü açısından kısıtlama ve ihlallerin kural, özgürlüklerin kullanımının ise istisna olduğu bir yıl olmuştur. Yıl içinde siyasi parti üyeleri, işçiler, köylüler, öğrenciler, avukatlar, kadınlar, LGBTİQ+ bireyler ve hak savunucuları başta olmak üzere hemen her toplumsal kesimden kişi ve gruplar toplanma ve gösteri yapma özgürlüklerini mülki amirlerin yasakları ve/veya kolluk güçlerinin fiili müdahaleleri sonucunda kullanamamışlardır. Van’da valilikçe art arda alınan eylem ve etkinlik yasaklarının süresinin kesintisiz olarak bin 474 güne (4 yıla) varması ya da HDP’lilerin, baro başkanlarının, kadınların ve maden işçilerinin maruz kaldığı zalimane ve utanç verici kolluk şiddeti bu durumun somut örneklerini oluşturmaktadır.

‘MİLLETVEKİLLERİ TUTUKLANDI’

Türkiye’de yurttaşlar, toplu olarak bir araya gelip eyleyemedikleri ve düşüncelerini açıklayamadıkları için örgütlenme özgürlüklerini de kullanamamakta, müşterek geleceklerini şekillendirmek üzere sivil ve kamusal alana örgütlü olarak katılamamaktadırlar. 2020 yılında insan hakları örgütlerinin, dernek, vakıf, emek ve meslek örgütleri ile siyasi partilerin çok sayıda üye ve yöneticisi gözaltına alınmış, tutuklanmış, haklarında açılan davalar ile üzerlerinde baskı oluşturulmaya çalışılmıştır. Belediye eşbaşkanları, belediye meclis üyeleri görevden alınmış, yerlerine kayyım atanmıştır. Dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekilleri tutuklanmıştır. Siyasi partilerin ve sivil toplum örgütlerinin binalarına saldırılar olmuştur.

Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en temel engellerden bir olarak varlığını korumaktadır. Sorunun barışçıl, demokratik ve adil çözümüne yönelik esas olarak iktidar tarafından içtenlikli, bütünlüklü adımların atılmaması, yanı sıra Ortadoğu’daki gelişmelerin de etkisi ile 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinin hemen ardından başlayan silahlı çatışma ortamı halen sürmekte ve başta yaşam hakkı olmak üzere ağır ve ciddi insan hakları ihlallerine yol açmaktadır.

‘KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNDE ISRARCIYIZ’

Hak savunucuları olarak bizler, Kürt sorununun her zaman demokratik, barışçıl ve adil çözümünü savunduk. Bunda ısrarlıyız. O nedenle, çatışmaların hemen şimdi durmasını istiyoruz. Çatışmasızlık ortamının tesisi ile birlikte çatışmasızlık halinin yaşanan olumsuzluklardan da hareketle tahkim edilmiş bir hale getirilerek güçlendirilmesi, izlenmesi ve toplumsal barışın sağlanabilmesi için tüm tarafların içtenlikli, etkin programlar geliştirmesi gerekmektedir.

‘İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NİN YAŞAMSAL OLDUĞU AÇIĞA ÇIKTI’

2020 yılında kadına yönelik erkek şiddetinde maalesef bir gerileme, olumlu denebilecek bir gelişme yaşanmadı. Buna karşın siyasal iktidar, ‘Türk aile yapısını bozduğu’, ‘eşcinselliğe yasal zemin hazırladığı’ vb. gerekçeler ile kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve bununla mücadelede temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen İstanbul Sözleşmesi’ni hedef haline getirdi. Öte yandan Covid-19 salgının çok sayıda insanı işsiz bırakan ya da eve kapatan şartları, kadınlar için çok daha ağır bir tabloyu beraberinde getirdi. Dünyanın neredeyse bütün ülkelerinde karantina koşulları kadınların cinsel, ekonomik, fiziksel şiddetle çok daha fazla karşılaşması anlamına geldi, Türkiye’de de şiddete ilişkin gözlem raporları benzer bir duruma işaret ediyor. Tüm bunlar İstanbul Sözleşmesi’nin kadınlar için nedenli yaşamsal olduğunu bir kez daha açıkça göstermektedir.

‘MÜLTECİLER GÖRÜNMEZ KILINDI’

Artık Türkiye toplumunun bir parçası, asli unsuru haline gelen sığınmacı ya da mülteci ve göçmenler, hala her türlü ayrımcılığa ve istismara, nefret söylemine ve ekonomik sömürüye yoğun bir şekilde maruz kalıyorlar. 2020 yılında kolluk güçlerinin, sivil kişilerin ırkçı ve nefret içerikli şiddetine maruz kalan sığınmacı ve mülteciler yaşamlarını yitirdiler. İnsan kaçakçıları tarafından ölüme sürüklendiler. Salgının fiziksel, ruhsal, sosyal ve ekonomik tüm sonuçlarını en ağır bir şekilde yaşayan sığınmacılar/mülteciler/göçmenler, ne yazık ki toplumumuz açısından görünmez kılınan, hatta gözden çıkarılan hayatlar oldular.

‘OHAL UYGULAMALARI DERİNLEŞTİ’

Türkiye son kırk yılın en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Yıllardır uygulanan borçlanmaya dayalı neoliberal ekonomi politikalarının sebep olduğu yoksullaşma, güvencesizleşme ve örgütsüzleşme, OHAL uygulamaları ile daha da derinleşmiş ve süreklilik kazanmıştır. Covid-19 salgını ile birlikte bu tablo daha vahim bir görünüm kazanmıştır. Bugün ülkede hem biyolojik hem de sosyal yaşamını sürdürülebilmesi için salgın koşullarında çalışmak zorunda olan milyonlarca kişi bulunmaktadır. Evlerde kalma şansına sahip olmayan, şantiyelerde, fabrikalarda, marketlerde yeterli önlemlerin alınmadığı koşullarda çalışmak zorunda kalan/bırakılan bu kişilerin maruz kaldığı hak ihlalleri büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Bu ihlallerin en başında ise iş cinayetleri gelmektedir. Yıl içinde yaşanan iş cinayetlerinin toplam sayısı içinde, tüm tespit zorluklarına karşın, Covid-19 nedeniyle yaşamını yitiren işçilerin sayısı azımsanmayacak bir orandadır. İşsizlik ve yoksulluk en çok kadınları, çocukları ve mülteci ve sığınmacıları etkilemektedir.

Son söz olarak; kurumlarımızın var oluş nedeni olan, adalet, barış ve demokrasinin tesis edildiği, insan hakları ihlallerinin son bulduğu bir ülke ve dünyaya ulaşmak ideali için dün olduğu gibi bundan sonra da tüm zorluklara ve engellere karşın ihlalleri önlemeye, cezasızlıkla mücadele etmeye ve insan haklarına saygıyı yükseltmeye devam edeceğimizi bir kez daha belirtmek isteriz.”