Ezilenin şiddeti...

Devletin şiddetine güvenlik, şiddet uygulanan toplumun kendini savunmasına, cevap vermesine de “terör” diyenlerin çağındayız.

Gül teorisini duydunuz mu?

Duymayanlar için Abdullah Öcalan anlatsın: “Ben Gül Teorisi diyorum. Gül üzerine düşündüm. Gül, kendini korumak için diken çıkarıyor. Bir Gül’ün, bir bitkinin bile öz savunması vardır. Öz savunma için doğaya, tabiata bakmak bile yeterlidir. Bir Gül kadar bile kendimizi öz savunmaya hakkımız yok mudur? Öz savunma kutsaldır. Hatırlıyorum küçükken bizim köyde ihtiyar bir amca vardı, diyordu ki, “biz kuru tahtalar gibiyiz”. Ben “bu nasıl olur?” diyordum. Bir ağaç bile kayaları delerek kök vermekte, kendini yaşatabilmektedir. Bunun kadar da mı olamıyoruz?”

Bunu niye hatırlatıyoruz?

Orta yolculuğun mide bulandıran, konformizmin nasıl haysiyetsiz bir hal aldığını, yaşam adı altında yaşamın nasıl bir değersizleştirmeye çekildiğini anlatmak için elbet!

Çünkü zor zamanlardayız!

Bu zamanların tek faydası etrafımızdakilerin gerçek eğilimlerini, anlayışlarını öğrenme şansı yakalıyor oluşumuz. Direnişi örgütleyenlerin ve onu alttan oyanların ortaya çıktığı zamanlar bunlar!

Zor zamanlardayız, çünkü savaştayız. Kültürel kırımın cenderesinde, topyekûn bir abluka halindeyiz. Öyle ki artık halkın güvenliğinden sorumlu bir bakan telefonla bir parti başkanını arayıp ‘size yapmadığımız
kalmayacak! Kendinize gidecek yer seçin’ diyebiliyor.

Soru şu: Böyle bir ortamda bu haksızlığa, ahlaksızlığa, zehirli anlayışa karşı yapılması gereken nedir?

Teslim olmak mı, ona karşı durmak mı?

Malcolm X, Oxford’ta yaptığı bir konuşmada “beyaz adam şiddet uyguladığı zaman iyi; ama siyah adamın, şiddete maruz kaldığında gıkı çıkmamalı. Ola ki, siyah adam karşılık verirse, “radikal” oluyor. Tepki vermeden yerinde oturmalı, canı yanmamalı, şiddete başvurmamalı, düşmanını sevmeli. Sözlü olsun, başka türlü olsun; her çeşit saldırıyı hazzetmek zorunda. Ama herhangi bir şekilde savunursa, nefs-i müdafaaya çalışırsa; o zaman aşırılık yapmış oluyor” diyor.

Yani özetle devletin şiddetine güvenlik, şiddet uygulanan toplumun kendini savunmasına, cevap vermesine de “terör” diyenlerin çağındayız.

Thomas Hobbes (1588-1679), hukuk düzenini korumakla görevli hükümdarın şiddetine şiddet değil, “ortak irade” adını vermişti. İşte devletin şiddetini ortak irade olarak görenlerin çağındayız.

Ve bütün mesele de budur! Ezen ve ezilenin şiddetini bir tutanlar, teslim olmayı “direnme” olarak satabilen en samimiyetsiz konformist gruptur. Bu cehaletin esas kaynağı, iktidar eliyle yapay olarak oluşturulan bilgi ve kimlik biçimleridir. Onlara “Bir tırtılın haftalarca içerisine saklandığı yeşil yaprağı nasıl kıvırarak bir rulo haline getirdiğini, fakat çevredeki birçok yaprağı da sırf dikkat çekmesin, kamuflesini iyi yapsın diye aynı şekilde kıvırmasının” ne anlama geldiğini sorsan cevapları yoktur. Ya da çok haklıdır derler!

Türkiye resmi dini ikiyüzlülük olan bir ülkedir. Bürokrasi ve devlete dair ait olan hemen her şeyin mayasında bu vardır. Sürekli çarpıtır, yok sayar ve yok eder. Bu ülkede 40 yıldır değişmez şeyler var. Bunlardan biri de “ezen ve ezilenin şiddetini eşitleme” geleneğidir. Buna öncülük edenler sadece liberaller değil, daha geniş bir kesim. Özellikle kendine öncü misyonlar biçen, insan hakları adı altında orta yolculuk şerbetinden başka bir şey tatmayan, çevrelerince aydın görülen kesim göze çarpıyor.

Bunlar kültürlü sömürge aydınlarıdır! Bunların tek çıkmazı da PKK konusudur! Tüm bilgileri ve ahlakları buraya kadardır.

Devlet vurur, öldürür, her şeyi yapar. “Derhal soruşturma ve failleri” talep eder. Öldürülen kendini savunduğunda, bu gücü gösterdiğinde ve aynı eylemi yaptığında “kınamada” bulunur. “Şiddet var” der. Ama bir dakika! Oysa bunu söyleyenler yüce gönüllü insanlardır. Kürt halkının yanında gibidir, her eyleme her hak gaspına dair bir twiti vardır, sözü vardır, karşıdır. Ezilme, hor görülme vardır derler. Fakat iş hesap
sormaya geldiğinde “hayır olmaz!” derler. Her şeyleri buraya kadardır. Tercih yapmak zorunda kalırlarsa yerleri savunuyor gibi durdukları kişilerin, sınıfların, yapıların yanı değil devletin yanıdır! Devletin
onları ödüllendireceği, onlara ve çıkarlarına karışmayacağı bir alandır.

Bunu çok iyi dengelerler. Tüm hayatları da bu sahtelik üzerine kuruludur.

Ve temel çıkmaz budur? Peki, bu durum tam olarak nedir, neyin nesidir?

Madde madde gidelim…

1)- “Her türlü şiddete karşıyım! Şiddet kimden ve nereden gelirse gelsin karşıyım” cümlesi kadar samimiyetsiz ve safsata az söz vardır. Bu limana sığınan ve bu cümleyi kullanan ise milyonlardır ve sığınabildikleri son kale durumundadır. “Devlet örgütlenmiş şiddettir” diyenler, ertesi gün devletin şiddetine “ama” ile başlayan bir kılıf buluyor. Mağdur, sömürülenler hesap soruyorsa şiddet vardır. Böyle düşünürler. Aslında devletin normal-rutin şiddetine karşı değiller. Ona bir şey demezler. Sadece aşırılaştığında bu kadar da olmaz derler. Devletin günlük şiddet miktarı onun doğal hakkıdır onların gözünde. Ezilenin ise böyle bir hakkı yoktur. O susmalıdır. Devletin şiddeti güvenlik ile ilgili, ezilenin ise mutlak kötülükle kodlanır, yazılır, çizilir.

2)- Che Guevara, Gerilla Savaşı’nı anlattığı metninde “şiddet, sömürücülerin ayrıcalığı değildir, sömürülenler de onu uygulayabilirler ve dahası uygun anda kullanmalıdırlar” der.

Ezilenlerin Pedagojisi kitabında Paulo Freire; “Tarihte hiçbir zaman şiddet ezilenlerden kaynaklanmamıştır,” derken, ezilenler için, “eğer kendileri şiddetin sonucu iseler nasıl şiddetin başlangıcı olabilirler ki?” diye bir soru soruyor!

Şimdi bu sözler ışığında “Nereden gelirse gelsin şiddete karşı olmak” kısmına geri dönelim!

Böyle demekle aslında ne söylemiş oluyoruz? Şunu demiş olmuyor muyuz: “Amed’in ortasında sivilleri, çocukları öldürenlerin pratikleri şiddet ise onlara karşı atışan bir taşı da şiddet olarak görüyorum. Dağlarda, ovalarda her şeyi yok edenler, tecavüzde bulunanlar, yaşamı her şeyi ile bitirenler şiddet uyguluyor ama onlara karşı gelen ve yaşamı savunan da şiddet uyguluyor.”

Aslında bunu demekle ‘nereden gelirse gelsin şiddete karşıyım’ diyenler her şeyi eşitliyor. Birbirine zıt, kökten farklı olan şeyleri aynı şiddet başlığı ile ortadan kaldırıyor. Eşitlemeye getiriyor. Sizin başınızı koparanın dehşetini, sizin ona tırnağınızla dokunma halinize eşitliyor. Bir tutuyor!

3)- Ezilenlerin şiddetine dair en çok kafa yoran kişilerden biri de sömürgeleştirilenlerin düşünürü Fanon’dur. Ona göre sömürgeleştirilmiş insan özgürlüğünü şiddette ve ancak şiddet aracılığıyla bulur: “Yalnızca şiddet, halkın şiddeti, halk liderlerinin örgütlediği ve öğrettiği şiddet kitlelerin toplumsal gerçekleri kavramasını olanaklı kılar ve onlara anahtarı verir.”

Fanon’a göre eylem insanı dönüştürür ve onu nesne olmaktan çıkartıp özne olmaya götürür. Yani değersiz ve anlamsız iken anlam sahibi olur. Ezilenler için bu ona şiddet uygulayana karşı onun dilinden cevap verme ile olur. “Sömürgecilik ne düşünen bir makine ne de muhakeme yeteneği olan bir bedendir. Sömürgecilik çıplak şiddettir ve ancak daha büyük bir şiddetle karşılaştığında boyun eğer” demesi bununla ilgilidir.

Fanon, çıplak manadaki kaba şiddeti savunmaz. Bahsettiği o değildir. “O şiddeti meşrulaştırırken, yerli halkın ezilen bilincini terk etmesi ve özgürlüklerini elde etme çabası olarak görmüştür. Fanon şiddeti bireysel düzlemde temizleyici bir güç olarak görürken sömürge insanının aşağılık kompleksinden ve umutsuzluktan kurtuluşunu da şiddetin meşrulaştırılmasına bağlar.”

4)- Walter Benjamin “Şiddet, hukukun özüdür” der. Ve kendisi ezilenlerin şiddeti, yasa-koyucu devlet şiddetine karşı “ilahi bir şiddettir” der.

Nietzsche, delilik sınırında gezinen vahşetin doğadan değil, iktidar isteminden kaynaklandığını söylerdi.

Peki Benjamin, Nietzsche ve diğer onlarca filozof saf mıydı? Kör müydü? Düşünme yetileri eksik miydi de kalkıp bu sözleri ettiler? Onlar neden “şiddet nereden gelirse gelsin karşıyım” deyip arkasına yaslanmadı
acaba? Bu isimlere methiye dizenler onların bu düşüncelerini asla görmezler.

5)- Bir makaleden bir alıntı ile bitirelim: “Göz öznenin var oluşu yakalayabilmesine olanak sağlar, hem gören hem de görülen öznenin belirleyenidir, göz öznel var oluşun merkezindedir. Bunun yanında tarihsel olarak göz iktidarın temel belirleyenidir. İktidar, toplum üzerinde denetim kurmak için gözetim sistemlerini kullanmıştır. İktidarın gözü toplumun tüm yaşam alanlarını denetleyen güçtür ve şiddet gücü dolayımı ile kendisini var eder. Toplumu göz ile denetleyen iktidar toplumsal gözü de denetim altında tutmaya çalışır. 

Her iktidar kendi döneminin teknolojilerini kullanarak, toplumsal savaş ve toplumsal gözün gördüğü “görsel dünya” üzerindeki denetimini “göz” üzerinden kurar. Göz önemli bir iktidar organına dönüşür. Göz özneyi iktidarın belirleyiciliğinde hem üreten hem de tüketen kültürün doğum noktasıdır. Öznenin var oluşunu gerçekleştirebilmek için aynaya gereksinim vardır, aynada kendini görmeden kendi gerçekliğini
duyumsayamaz, bu anlamda görünmek ve görmek var oluşumuzu imgeler”…

Bu pasajdan yola çıkarak denilebilir ki: Ezilenin şiddeti haktır, meşrudur. Öz savunmadır. Ve ezenin şiddetini “görünür” kıldığı, çıplaklaştırdığı için son derece değerlidir. Devletin şiddetini onun gözünden gösterir ve ne olduğunu anlatır. Yaptığı budur.

En başa dönelim. Doğadaki her canlı bile kendini savunmak zorundadır. Bir gül bile dikenleri ile kendini savunmak zorundadır. O olmazsa yaşayamaz. Peki doğadaki en üst canlı formu olan toplumların, toplumsallığın kendini savunması neden anlaşılmaz? Neden kınanır? Şartların hiçbir şekilde eşit olmadığı bir düzende neden sürekli her şey eşitmiş gibi davranılır?

Neden sürekli ödün vermesi gereken hep ezilen taraftır?