‘Komployla Kürt soykırımı önündeki tüm engeller kaldırılmak istendi’

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik komployla Kürt Soykırımı’nın önündeki engellerin kaldırılmak istendiğini belirten PKK Yürütme Komitesi üyesi Duran Kalkan, buna karşı mücadelenin yükseltilmesi çağrısında bulundu.

DURAN KALKAN

ANF’ye konuşan Duran Kalkan, “Komployla, Önder Apo’nun imhası hedeflenmiş ve buna dayanılarak da Kürt halkının özgürlük öncüsü olan PKK’nin tasfiyesi gerçekleştirilerek Kürt Soykırımı’nın önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmak istenmiştir” diyerek buna karşı mücadeleyle komplocuların planlarının bozulduğunu belirtti.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğü ve Kürt sorununa siyasi çözüm hedefiyle gerçekleştirilen hamlenin bölgesel ve küresel anlamda yayılmasının sağlanması gerektiğini belirten Duran Kalkan, “mücadele ile başarı kazanılıyor; komplonun birçok planı bozuldu. Defalarca yenilgiye uğratıldı. Şimdi Küresel Özgürlük Hamlesi bunun finali oluyor. Kesinlikle İmralı işkence sistemini parçalayarak Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü sağlamayı hedefliyor; bu gerçekleştirilebilir. 26 yıllık mücadelenin dersleri bize bunu gösteriyor. 26 yıllık mücadele içerisinde defalarca uluslararası komplonun saldırı planlarının kırılmış olması, komplonun tümden parçalanıp yok edilebileceği gerçeğini kanıtlıyor” dedi.

PKK Yürütme Komitesi üyesi Duran Kalkan, 9 Ekim Komplosu ve bölgesel ve küresel siyasal gelişmeler konusunda ajansımıza şu değerlendirmelerde bulundu:

9 Ekim 1998’de Önder Apo’nun Suriye’den çıkarılmasıyla başlatılan uluslararası komplo saldırısının 26’ncı yıldönümünü. Komplo neydi ve neyi amaçladı?

Evet, Ekim ayına girdik; 9 Ekim Komplosu’nun da yeni bir yıldönümü. Dolayısıyla komployu ve komploya karşı mücadeleyi doğru anlamamız gerekiyor. Hareket ve halk olarak, 26 yıldır Önder Apo öncülüğünde uluslararası komplo saldırılarına karşı tarihi bir direniş yürütüyoruz. Bu temelde, öncelikle bu kahramanlık direnişinin yaratıcısı Önder Apo’yu ve tarihi İmralı direnişi öncülüğünde gerçekleşen halkımızın özgürlük ve demokrasi mücadelesini selamlıyoruz.  “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla Önder Apo etrafında ateşten çember oluşturan, 26 yıldır Önder Apo’yu sahiplenen ve savunan kahraman şehitlerimizi saygı, sevgi ve minnetle anıyoruz. Önderlik ve şehitler çizgisinde daha doğru ve kararlı bir biçimde yürüyerek, uluslararası komployu ve onu temsil eden İmralı işkence ve tecrit sistemini yenilgiye uğratıp tarihe gömme hedef ve irademizi bir kez daha ifade ediyoruz.

Bilindiği gibi, uluslararası komplo somut olarak 9 Ekim 1998 günü Önder Apo’nun Suriye’den çıkarılmasıyla başlatılmış, Rusya’dan Avrupa’ya ve oradan da Afrika’ya kadar uzanan tarihin en büyük takibi, dört ayı aşkın süreyle yürütülmüştür. Bu saldırıyla Önder Apo’nun imhası hedeflenmiş ve buna dayanılarak da Kürt halkının özgürlük öncüsü olan PKK’nin tasfiyesi gerçekleştirilerek Kürt Soykırımı’nın önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmak istenmiştir. Bu temelde, Kürt Soykırımı’nın başarıya ulaşması hedeflenmiştir. Dikkat edilirse, uluslararası komplocu güçler gerçekten de oldukça planlı ve örgütlü bir biçimde hareket etmişlerdir. Kendileri açısından gerçekleştirilebilecek en uygun saldırı stratejisini ortaya çıkarıp uygulamaya koymuşlardır. Kürt soykırımını gerçekleştirerek Ortadoğu’yu daha çok bölüp parçalama, faşist diktatörlükler altında yaşar hale getirme, yaşamı tüm insanlığa zehir etme hedefi gütmüşlerdir.

Ancak bu komplocu imha saldırılarına karşı, Önder Apo’nun geliştirdiği çok dikkatli ve duyarlı bir duruş ile mücadele, hareketimizin ve halkımızın “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarı temelinde Önder Apo etrafında kenetlenmesi sayesinde, söz konusu imha hedefini boşa çıkarmış ve başarısız kılmıştır. Karanlık yöntemlerle Önder Apo’yu imha edemeyeceğini anlayan komplocu güçler, yöntem değiştirerek ve yeni bir planlama yaparak 15 Şubat 1999 komplosunu ortaya çıkarmışlardır. Dikkat edilirse, Kürt soykırımı, PKK’nin tasfiyesi ve Önder Apo’nun imhası hedefinden vazgeçmemişlerdir; sadece komplocu yöntemlerle Önder Apo’yu imha edemeyince yöntem değiştirmek, kendilerine yeni imha yöntemleri bulmak zorunda kalmışlardır.

Komplo, 9 Ekim’de bir imha saldırısı olarak ortaya çıktı. Birçoğu bunu unutuyor, görmezden geliyor. Halbuki komplocular, 9 Ekim günü Önder Apo’yu imha etmek, yok etmek istediler. “Öyle olur mu?” denilmemelidir; bakın şimdi nasıl yok etmek istiyorlar, kimse kimsenin gözyaşına bakmıyor. Orman kanununun geçerli olduğu bir dünyadayız; güç kimin elindeyse, hiçbir ahlaki ve hukuki kurala bağlı kalmadan vahşice saldırıyorlar. Bu süreç en somut haliyle Önder Apo’ya saldırıyla başladı. 90’ların başında reel sosyalizmin çözülüşü sürecinde de o alanlarda saldırılar oldu ama onun dışında bu tarzdaki bir saldırı o zaman başladı. Mücadele edilerek bu imha saldırıları boşa çıkarıldı. Yoksa karşıtlarımız planlamadı ve uygulamadı değil; planladılar, uygulamaya da çalıştılar ve başarısız oldular. 15 Şubat Komplosu Önder Apo’nun idamı için öngörüldü. İçimizden bazıları çıkıp, ‘İmralı’da Kürt sorununu çözmek için Önder Apo’yu götürdüler’ diyecek kadar gerçeklerden koptu. Halbuki idam edilsin diye verdiler. İmha, idamla gerçekleşecekti. Mücadele edilerek idam önlendi. Bu tür anlayışlar, “Mücadele sonuç vermez, halkların, kadınların, gençlerin mücadelesi yapılır ama sonuç vermez, bunların bir gücü yok, sonucu sadece egemenler belirler,” yaklaşımının bir sonucu oluyordu. Baştan yanlış olan budur. Oysa halkların mücadelesi, Kürtlerin mücadelesi ve Önder Apo’nun doğru, etkili, fedai çizgisindeki mücadelesi her zaman başarılı sonuçlar verdi. Karşı tarafı boşa çıkardı, yenilgiye uğrattı, kazanım sağladı. İmhayı önledi ve idamı önledi.

Ardından komplocu güçler, İmralı sistemi içerisinde çürütme politikasıyla, siyaseten ve ideolojik olarak yok ederiz diye düşündüler. TC’nin sözde akıllı yöneticileri ‘Apo’yu herkes kullanmış, biraz da biz bu biçimde kullanalım, kendimize hizmet ettirelim’ yaklaşımına girdiler. Bunu Ecevit başkanlığındaki hükümetle yürütmek istediler ama sonuçta kendileri yenildiler. Önder Apo, İmralı sistemi içerisinde de düşünce üretti; tarihsel olarak bütün ezilenlerin mücadelesinin özeleştirisini vererek bu mücadeleyi yeni bir paradigmaya kavuşturdu. İmralı ortamında tarihin en büyük zihniyet ve entelektüel devrimini gerçekleştirdi. Tüm ezilenler için kurtuluş yolunu gösteren yeni paradigmayı, demokratik uygarlık çizgisini geliştirdi ve sistemini yarattı. Demokratik modernite paradigmasını ortaya çıkardı. Bunlar, tarihin en büyük devrimci gelişmeleridir. Demek ki o koşullarda da mücadele edilebiliyor; insan her koşulda mücadele edebiliyor, gelişme sağlayabiliyor ve kazanım elde edebiliyor. Bunu İmralı mücadelesinde de gördük. Sonuçta Önder Apo’yu İmralı’da çürütmek isteyenler, en büyük devrimci düşünceyle karşılaştılar ve yenildiler. Ardından Tayyip Erdoğan yönetiminin, AKP’nin yalancı ve sahtekarca yöntemleriyle sonuç almayı umdular. AKP, takiyeciliğiyle uluslararası komployu sonuca götüreceğini sandılar. “Çözüm süreci” ya da ‘Kürt sorununu ben çözerim!’ biçiminde her türlü yalan ve hile ile sonuç almak istediler. Karşı tarafı yanıltarak ve aldatarak başarılı olmak istediler; bu yönlü bin bir türlü yöntem geliştirdiler. Geçen yirmi yıl içerisinde defalarca planlamalar oluşturdular. Bunların hepsine karşı büyük bir mücadele verildi. Böylece Tayyip Erdoğan ve AKP’nin komployu yönetme biçimi boşa çıkarıldı ve yenilgiye uğratıldı. Başka kimseyi bulamadılar, değiştiremiyorlar. Türkiye “gardiyan” olarak konmuştu; yani komployu pratikleştirip sonuca götürecek, İmralı’yı yönetecek sistem olarak Türkiye siyaseti çoktandır bitti, krizdedir, çıkamıyor. Türkiye ile birlikte komplocu sistem krizde ve kaos içerisindedir, oradan çıkamıyor.  

Komploya karşı mücadelede, 26 yılda ne gibi sonuçlar çıktı?

Gerçek bir yurtsever olabilmek, yurtseverlik görevlerini başarıyla yerine getiren insan haline gelebilmek için öncelikle komplo gerçeğini iliklerine kadar hissetmek gerekiyor. Başka türlü mümkün değildir. Komplo ortamında yüzeysel ve dar yaklaşımlar oldu, kendisini özgürce yaşatacağını sananlar oldu, yaşamımızı zorluyorlar diye şikâyette bulunanlar oldu. Oysa 26 yıldır özgür Kürt varlığı, Demokles’in kılıcı altında yaşıyor. 24 saatin her anında büyük bir bilinç ve örgütlülükle direnerek kendisini var ediyor. Bırakalım rahat ve özgür yaşamayı ya da her türlü yaşam imkanına sahip olmayı; tam tersine, İmralı işkence, tecrit ve soykırım sisteminde yaşanıyor.

Rojava Kürdistan’daki ve Güney Kürdistan’daki kazanımlara bakarak yaşanabileceğini sananlar oldu. Bakur’da yaratılmış olan değerlere dayanarak yaşayabileceklerini sananlar oldu. Tüm bunlar yanılgıydı. Kürt kazanımlarından söz ediliyor; evet, bu kazanımlar neye dayanarak yaratıldı ve ayakta tutuluyor? 24 saat İmralı işkence, tecrit ve soykırım sistemi altında var olma direnişi yürütülerek sürdürülüyor, ayakta tutuluyor. Öyle rahat yaşanacak şeyler değiller; bireylerin keyif çatması için ortaya çıkartılmış değerler değiller. On binlerce şehidin kanıyla ve her gün şehitler vererek bu kazanımlar yaşatılıyor, çoğaltılıyor, büyütülüyor.

Bu bakımdan, komplo gerçeğinin Kürt soykırım gerçeğiyle bağını iyi görmek lazım. Kürt soykırım saldırıları, uluslararası komplo saldırısı olarak sürüyor. 26 yıldır, 9 Ekim 1998’den bu yana, özgür Kürt varlığı da İmralı direnişi temelindeki fedai direnişiyle sağlanıyor. Başka hiç kimse bunu temsil etmiyor; diğerleri sahtedir. Kürt gerçeğini Hewler’e bakarak anlayamazsınız. Nereden anlarız? İmralı’ya bakarak anlarız. Gerçek Kürt varlığı, özgür Kürt varlığı ordadır, onun da nasıl bir imha saldırısı altında olduğu ortadadır. “Ben Kürdistan’da özgürce yaşamak istiyorum” diyenler, bu yaşamın İmralı’da nasıl yaratıldığını, nasıl her an büyük bir mücadeleyle sağlandığını görmek, bilmek ve anlamak durumundalar.

Komploya karşı mücadele, 26 yılda önemli gelişmeler yarattı. Aslında biz onun üzerinde durmalıyız. Küresel Özgürlük Hamlesi’nin sonuç alıcılığını da biraz buraya dayanarak görmeliyiz, çünkü komployu doğru anlayamamak Kürt gerçeğini, Kürt soykırımını, bu soykırımı yaratan zihniyet ve sistemi, küresel kapitalist modernite sistemini doğru anlamamaya götürüyor. Bunu doğru anlamamak da Kürt özgürlüğünü, dolayısıyla insanlığın özgür ve demokratik yaşam kazanmasını doğru anlamama sonucunu veriyor. Sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve sistemi doğru anlamamak, komploya karşı mücadeleyi de doğru anlamamaya götürüyor. ‘Komploya karşı mücadele edilemez, komplo yenilemez, komplo karşısında başarılı olunamaz!’ gibi sonuçlar doğuruyor. İçimizde ve çevremizde birçok tasfiyeci eğilim böyle ortaya çıktı. Bireycileşme, örgütsüzleşme, kendine göre olma ve “benim görüşlerim” diyerek ortaya çıkan bütün yaklaşımların altında bu yatıyor. Aslında komploya karşı mücadelenin yarattığı değerler üzerinde yaşanıyor, ama farkında olunmuyor. Birtakım değerler olmuş, onu nasıl bireysel olarak kendi hakimiyetime alırım, kendi istediğim gibi yaşanır kılarım yaklaşımı oluyor ki, bu da çok tehlikelidir. Haram yemek gibi bir şeydir. Hangi değerler üzerinde yaşadığını anlamamak, başkasının kan-ter içinde yarattığı değerleri gasp edip onun üzerinde yaşamak gibidir ki, bu da kapitalist modernitenin hırsızlığından farklı bir şey değildir; onun bir başka versiyonu biçiminde yaşatılması oluyor.  26 yılık mücadelede hangi sonuçlar çıktı, bunu görmek lazım. Bunun için de komplonun amaçlarını iyi bilmek lazım.

Bugünkü olayları anlayabilmek için elbette komplonun iç içe geliştiği bir 3’üncü Dünya Savaşı gerçeği var. Bu konuda neler belirtebilirsiniz?

35 yıla yaklaşan bir savaş durumu var. Bazıları “acaba böyle bir savaş olacak mı” diye sayıklarken, aslında yıllardır bu savaş bazı yerlerde yaşanıyordu. Biz, “Savaşın içinde olmayanlar savaşı görüp anlayamadılar” dedik, gerçekten de böyleymiş; insanlar kendilerine dokunmazsa, başkalarına dokunandan çok fazla ders çıkartamıyorlar, Anlama kabiliyetleri ancak kendilerine dokununca oluyor. Herhalde biz de bu kadar bilince, bize çok fazla dokunduğu için ulaşıyoruz. İmralı’da tarihin en güçlü zihniyet devriminin gerçekleştirilmiş olması, sistemle bağlantılıdır; saldırının kapsamı, derinliği, tarihiliği ve küreselliğiyle bağlantılıdır. Böyle olmayanlar, basit, bireyci ve dar yaşamları içerisinde dünyayı tozpembe görebiliyorlar, bazı olaylar rahatsızlık verici diyebiliyorlar. Oysa gerçekten de bir dünya savaşı yaşandı.

Dünya savaşını ‘Birinci, İkinci, Üçüncü” olarak değerlendiriyoruz. Aslında öyle tanımlamak değil de kapitalist modernite sisteminin küresel hegemonik güç haline gelmesiyle birlikte, savaşlar küreselleşti ve dünya savaşı ortaya çıktı. Kapitalist modernite sistemi demek, savaş ve saldırı demektir. Küresel düzeye gelmeden bu savaşlar yerel ve bölgesel oluyordu. Sistem küresel hale gelince, yani bütün dünyayı devletçi sistem ele geçirince, savaşlar da dünya savaşı haline geldi ve o günden bugüne dünya savaşı sürüyor. Niye “Birinci, İkinci, Üçüncü Dünya Savaşı” diye ayrıldı, bu da 1917’de Rusya’daki Sovyet Devrimiyle bağlantılıdır. O devrim, savaş yoğunluğunu azalttı. Savaşan güçlere ateşkes ilan ettirdi. Çünkü alternatif bir dünya yaratıyorum diye bu sisteme karşı çıktı, korkuttu. Onun korkusuyla ateşkes ilan etmek durumunda kaldılar. Birinci Dünya Savaşı öyle sona erdi. Yoksa savaşın kendi planlamasıyla sona ermedi; sistem kendi yaptığı planlamayı sonuca götürmedi.

2’nci Dünya Savaşı denen savaş da bu ateşkes durumuna Hitler Almanya’sının itirazıydı. Alman sermayesi, Hitler faşizmiyle şansını denemek, küresel sermayeye egemen olmak istedi. Onu da Sovyetler Birliği başarısız kıldı, esas olarak Sovyetlerin direnişi yenilgiye uğrattı. 90’ların başında, Sovyetler Birliği çözülünce küresel kapitalist modernite sisteminin, dünya savaşı yürütmesinin önünde bir engel kalmadı. Reel sosyalizmi ideolojik olarak, zihniyet, tarz ve sistem olarak eleştirelim ama hakkını da vermek lazım. Küresel kapitalist hegemonyanın yaşadığı dünya savaşı durumunu ateşkese götüren bir özellik taşıdı. 1920’den 1940’a ve 1950’den 1990’a kadar iki bölüm halinde 20’nci yüzyılın belli bir kesiminde, böyle bir dünya ortaya çıkardı. Dünya barışını biz temsil ediyoruz diyorlardı, buna da hakları vardı; çünkü ateşkesi yaratan Sovyetler Birliği’nin varlığıydı. Sadece Sovyetler Birliği’nin devlet olarak ya da siyasi ve askeri olarak varlığı değil, ideolojik olarak da varlığıydı, sosyalizmin varlığıydı. Kapitalizme alternatif bir yaşamın, dünyanın ortaya çıkartılma alternatifi bunu oluşturuyordu. Bundan duyulan korku, sermaye tekellerini çatışma yerine uzlaşma ya da çatışmayı sınırlandırmak, alt düzeye götürmek zorunda bıraktı.

Bunu çeşitli küresel kurumlarla da yaptılar. Birinci Dünya Savaşı’ndan Cemiyet-i Akvam oluşturdular. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Birleşmiş Milletler kurumuna götürdüler. Başka kurumlar oluşturdular, bunlarla denetlenir kıldılar. Demek ki sistemin kendisi savaştan çıkmadı, o yanlıştı. Kriz derinleşiyor, sonra savaşla bunalımını hafifletiyor çıkıyor biçiminde değil; savaştan çıkartan ve çıkmaya zorlayan, ateşkese zorlayan Sovyetler Birliği’nin, Ekim Devrimi’nin varlığı oldu. Alternatif dünya arayışının varlığı oldu. Bu ortadan kalktıktan sonra, hem de başlangıçtaki gibi dünya yeniden söz konusu savaşa girdi.

Baştaki savaş, Alman-İngiliz savaşıydı. ‘Dünyanın yeniden paylaşılması savaşı’ denildi. Onun da esası, enerji kaynakları ve yolları üzerindeki egemenliği paylaşma savaşıydı. Bunun da özü, Asya’nın zenginliklerinin Avrupa tarafından sömürülmesiydi. İngiltere “Güneş Batmayan İmparatorluk” olmuştu, İngiliz sermayesi hegemonik sermaye haline gelmişti, Asya üzerinde egemenlik kurmuştu. Yeni gelişen ve güçlenen Alman sermayesi bundan pay almak istedi ve ‘bana daha fazla pay vereceksiniz’ diyerek itiraz etti. Enerji kaynakları ve yolları üzerinde daha çok etkinlik kurmak istedi ve savaş böyle ortaya çıktı. Buna göre kurgular yaptılar. Savaşın başlangıcında Asya’nın zenginliklerinin Avrupa’ya taşınması, Avrupa’da üretilen malların Asya’da pazarlaması vardı, çünkü nüfus Asya’daydı, zenginlikler Asya’da daha çoktu, tüketim Asya’da daha fazlaydı. Avrupa kapitalizmi ancak Asya’nın ham maddesi ve pazarıyla kendisini var edebiliyordu. Çünkü kâr etmesi gerekiyordu. İşin mantığında azami kâr vardı, sürekli büyüyen kâr hırsıyla, nerede zenginlik varsa, nerede pazar büyükse oraya saldıracaktı.

Bu temelde, Avrupa’dan Asya’ya ticaret ve enerji yolu oluşturmak istediler. Berlin-Bağdat-Basra Demir Yolu Projesi olarak başladı. Bu da İngiliz projesiydi. İngilizler Asya’ya, Hindistan’a ticaret yolu oluşturmak istediler. Abdülhamit, Almanlarla ittifak yaptı ve projeyi Almanlara verdi. İngiltere buna karşı çıktı ve Fransa-Rusya ile ittifak yaptı. İttihat ve Terakki yönetimi de Almanlarla savaş cephesi oluşturunca savaşa girdiler. Görüldü ki bu yolu Almanya yapacak; dolayısıyla Hindistan üzerinden Asya’nın sömürüsünde etkili hale gelecek. Buna karşı İngiltere-Fransa-Rusya da Osmanlı topraklarını ele geçirmek için savaşa girdi.

1914’te savaşa başladılar, kendi aralarında tartıştılar. 1916’da Ortadoğu’yu nasıl paylaşacakları konusunda İngiltere-Fransa ve Rusya anlaşmaya vardılar. Yani kapitalist modernite sistemi küresel hegemonik hale nasıl gelecek, Ortadoğu’yu nasıl paylaşacak onun haritasını çıkardılar. Sovyet Devrimi ile 1917 sonunda Rusya bu anlaşmadan ve dolayısıyla savaştan çekildi. Rusya cephesi zayıf kalınca, savaşın çevresi değişti. Bir yandan alternatif sosyalist arayışla tehdit etti, diğer yandan savaş ittifakını bozdu. İngiltere ve Fransa, Almanya karşısında elde ettikleri sonuçla Ortadoğu’ya bir şey çizdiler, ama Rusya’nın yokluğu bir de Ekim Devrimi, Sovyetler Birliği’nin varlığı ortamında Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.

Mustafa Kemal’in başarısı olarak değerlendiriliyor. Kemalist başarı nerede saklı, bu siyasi ve askeri durumu iyi okuması, görmesi ve bu yeni duruma dayanarak belli bir gelişme yaratabileceğini öngörmesinde saklıdır. Sovyet devriminin yarattığı yeni durumu iyi gördü, değerlendirdi. Rusya’nın çekilmesiyle ayakta kalan Osmanlı ordusuna da dayandı, Kürt halkının direnme gücünü de harekete geçirdi. Bununla 1923’te Lozan Anlaşması’na gitti ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini kabul ettirdi. Egemen güçler İngiltere ve Fransa bunu kabul ettiler. Çünkü Ekim Devrimi’ne ve Sovyetler Birliği’ne karşı kendisini savunsun diye, bir de o modele göre zaten alan Rusya’nın alanıydı, kendi alanlarını paylaştılar, onunla da uzlaştılar.

Onu model yaparak Ortadoğu’da küresel kapitalizmin ulus-devlet sistemini şekillendirmeyi, geliştirmeyi öngördüler. Bu, 1990’a kadar böyle geldi. 90’da Sovyetler Birliği çökünce, savaş durumu yeniden başladı. Şimdiki gelişmeleri, 35 yıl sonra ortaya çıkan sonuçlara dayanarak görüyoruz ki aslında hala işin merkezinde enerji yolu kavgası var. Ticaret yolunun nereden geçeceği kavgası var. Ukrayna savaşı da onun üzerinedir. Rusya ile Çin ittifak yaptı; Ukrayna üzerinden Avrupa ile de anlaşarak Çin’in “Bir Kuşak, Bir Yol” isimli projesi temelinde enerji yolunu Karadeniz’in kuzeyinden geçirmek istediler. ABD oraya müdahale etti. Onun için Afganistan’dan çekilmeyi göze aldı ve NATO’yu güçlendirdi. Diğer yandan Türkiye buna alternatif geliştirmek istedi; Türkiye ile mücadele ettiler. Sonuçta, 1990’dan itibaren başlayan savaş, böyle bir güvenlikli enerji yolu oluşturma istemidir.

ABD’nin Sovyetler Birliği çözülünce ortaya attığı ‘Yeni Dünya Düzeni Stratejisi’nin, böyle bir enerji yolu hazırlama stratejisi olduğu söylenebilir mi?

Evet, bunun için Irak’ın Kuveyt işgalini sağlattılar ve sonrasında bunu gerekçe yaptılar. Körfeze asker çıkardılar. Basra Körfezi’ni karadan ve denizden denetim altına almaya çalıştılar. Yetmedi, 11 Eylül 2011 İkiz Kule saldırısını gerekçe yaparak Afganistan’a ve Irak’a işgal saldırısı başlattılar. Hem Suudi Arabistan üzerinden Körfez’i hem de Irak ve Afganistan’a kadar genişleterek Körfez ve çevresini askeri denetim altına almaya çalıştılar. Öngördükleri yol projesinin o bölümünü sağlama alma mücadelesiymiş. Bunu yapabilmek için kendilerine gerekçe yarattılar. Saddam’ın Kuveyt’i işgali bir bahane oldu. Fakat Irak’a karşı açtıkları Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin’i yıkmadılar. On seneden fazla Saddam Hüseyin’i Bağdat’ta öyle tuttular, birlikte yaşadılar. Çünkü hazır değillerdi, güçleri yoktu, korktular. En çok da Kürdistan’daki gelişmelerden korktular. Kuzey Kürdistan’da gelişen Özgürlük Mücadelesi öyle bir durumda Güney’e yayılır, Güney üzerinden Irak’ta etkili olur, Sovyetler Birliği alternatif olamamışken bile ondan korkanlar, ondan kurtulduklarının daha tehlikelisiyle Kürdistan üzerinden karşılaşırlar kaygısıyla Saddam Hüseyin’i ayakta tuttular.

Güney Kürdistan’da, 1991’de Çekiç Güç Operasyonu’yla Hewler yönetimini kurdular, bunun hedefi, Bağdat’ı kuzeyden kuşatmak ama esas olarak da PKK’nin, Kürt Özgürlük Hareketi’nin Güney Kürdistan’a girişini engellemekti. Kuzey ile Güney Kürdistan’ın özgürlük çizgisinde birleşmesini engellemekti. 1991’de ABD, Çekiç Güç Operasyonuyla Hewler yönetimini başlattı, Önder Apo da Botan-Behdinan kurtarılmış alanıyla özgür Kürdistan’ı yaratarak Türkiye’de ve Irak’ta demokratikleşmeyi öngören hamle yapmak istedi. İki karşıt proje oluyordu. Uygulanan, Amerika’nın projesi oldu. Önder Apo’nun öngördüğü proje pratikte uygulanamadı. Bunlar, o zamandan karşı karşıya geldiler. Hewler yönetimiyle, Çekiç Güç Operasyonu’yla PKK’nin Güney Kürdistan’a girişini engellediler. KDP-YNK yönetimini oluşturdular ve güya Kürt statüsünü verdiler. Böylece önünü kestiler ve PKK’ye karşı alternatif bir güç oluşturdular. Yoksa KDP ve YNK yoktu

88’de hepsi dağılmış, terk edip gitmişlerdi. Kimisi Rojhilat’taydı, kimisi Bakur’daydı, kimisi Avrupa’daydı, Başur’da kimseleri yoktu. Bu, aynı zamanda komplonun da başlangıcıdır. PKK’yi kuşatma hazırlığıydı. Afganistan ve Irak işgalinden önce, Körfez’i daha fazla denetime alabilmek için Saddam Hüseyin yönetimini tümden yıkmaları gerekti. Bunu yapabilmek için de önce PKK’yi etkisiz ve Önder Apo’yu etkisiz kılmayı öngördüler. Dikkat edilirse, o kadar korktular yani. Alternatif bir gelişme olur, biz zayıf kalırız diye korkuyla tedbirli hareket ettiler. Birinci Dünya Savaşı’nda böyle bir deneyim ve tecrübeleri yoktu, korkuları yoktu. Aslında Ekim Devrimi biraz da o boşluktan doğdu; çok zayıf bir güçle Bolşevikler Rusya’da iktidarı ele aldılar, çünkü zemin de ortam da açıktı, karşılarında bir alternatif yoktu. O açıdan, sistem ondan korkmuyordu, bu yüzden boşluk yaratıyordu. Bolşevikler de o boşluktan yararlandılar ama 90’dan itibaren sistem hiç boşluk bırakmak istemedi. Alternatif olacak kim varsa etkisiz kılmaya çalıştı. PKK alternatifini de etkisiz kılmak için Bağdat’a saldırmadan önce uluslararası komployu gündeme getirdi. Önder Apo’yu imha edip PKK’yi etkisiz kılarak Bağdat’a saldırmak istedi. İmha edemediler, ama İmralı tecrit sistemi altına alarak orada artık sonuca ulaşacaklarını umut ederek Bağdat’a saldırdılar.

Böylece, ilk yirmi yılda öyle görüldü ki, Körfez ve çevresini denetime aldılar. 2010’dan itibaren ise “Arap Baharı” denilen halk ayaklanmalarını, Arap ulus-devlet diktatörlüklerine karşı toplumdaki muhalefeti, gelişen tepkiyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere de giderek Doğu Akdeniz’i de denetim altına almak istiyorlar. Bununla, devletçi radikal İslami grupların üzerine gittiler. Hem Hüsnü Mübarek yönetimini aştılar hem de İhvan-ı Müslümin yönetimini denetime alarak Mısır’ı, Kuzey Afrika’yı belli ölçüde kontrol altına aldılar. DAİŞ’le birlikte de Irak ve Suriye’yi parçalamayı, zayıflatmayı ve buralarda etkinliklerini geliştirmeyi öngördüler. Bunların hepsi aslında enerji yolunun ikinci bölümü olan Doğu Akdeniz bölümünün denetim altına alınmasıydı. ABD’nin daha bu yol arayışındayken ve netleştirmeden önce Irak sınırından getirip Kuzey Suriye’den Akdeniz’e götürme planı vardı. DAİŞ’e karşı Kobani’de savaşa girmesi, Kürtlerle ittifak yapmasının nedeni aslında enerji yolunun alanını oluşturma, güvence altına alma yaklaşımıydı. Planı ve projeleri böyleydi. Fakat Türkiye bunu engelledi. Cerablus’tan saldırarak, İdlib’i işgal ederek ABD üzerinde baskı yaptı. Rojava’daki direnişte askeri olarak çok hızlı gelişip böyle bir etkinlik sağlayamadı. Böyle bir durumda Türkiye, ABD’nin bu planını boşa çıkardı. Bunun üzerine daha güvenlikli bir yer olarak denizi öngördüler ve nitekim 2022’de Hindistan’daki G-20 zirvesinde bu yol projesini ilan ettiler.

İlgili yerlerle anlaşma yapmış oldular. Körfez tarafını tamamen sağlama almış oldular. Doğu Akdeniz üzerinde de anlaşmalar yapmış oldular. İsrail-Arap anlaşması yapıldı. Mısır, Almanya ve diğer ülkeler anlaşmalar yaptılar. Mısır-İran, Suudi-İran anlaşmaları oldu. Körfez’in güvenliğini, biraz da o anlaşmalara dayanarak sağladılar. Geriye kalan pürüzleri de temizleyerek yapmaya çalıştılar. Yunanistan ile Güney Kıbrıs’ı da hazırladılar. Yıllardır ABD ve Almanya özel olarak Yunanistan’ı böyle bir proje için hazırladı. Hem adaları askeri olarak donattı hem de limanlarını oluşturdu.

Türkiye ilan edilen yol projesini neden sabote etmek istiyor? Bununla neyi amaçlıyor?

Türkiye, bu yol projesi ilan edildikten sonra dışlandığının farkına vardı ve buna itiraz etti. Türkiye, önce Azerbaycan-Ermenistan savaşıyla bir alternatif geliştirmek istedi, Azerbaycan’ı karayoluyla Türkiye’ye bağlayıp doğrudan Orta Asya’dan gelen karayolu oluşturmak istedi. Ona karşı, Zengezor Boğazında İran ve İsrail, Azerbaycan üzerinde baskı uygulayarak Türkiye’yi orada boşa çıkardılar.

Türkiye şimdi bunu Irak ile yapmak istiyor. “Kalkınma Yolu Projesi” adı altında Körfez’den, Türkiye üzerinden Avrupa’ya gidecek alternatif yol oluşturmaya çalışıyor. Ona ses çıkarmıyorlar; fakat kendi projelerini uygulama içerisindeler. Türkiye, Irak ile kalkınma yolunu örgütleyip alternatif kılmak, Hamas’ı devreye koyarak da Hindistan’da ilan edilen yol projesini boşa çıkarmak istedi. Hamas’ın İsrail’e başlattığı saldırı bu temeldeydi. Ardında kesinlikle Türkiye vardı; bizzat Tayyip Erdoğan’ın eliyle yaptılar. Güya İsrail’i güvensiz alan haline getireceklerdi. Aslında bunu isteyen ABD ve İsrail’di. Bir bahane bulup Hamas’ı ve Hizbullah’ı, yani önlerindeki engelleri kaldıracak bir savaş durumu yaratmak istiyorlardı. Bunu Hamas yarattı; Hamas’ı da buna Türkiye itti. İran itti diyorlar ama bunun İran ile bir alakası yoktur. Bazıları da ‘İran baştan anlaşmalıdır’ diyor. Ben o kanaatte değilim. Onları hepten gözden çıkardı biçiminde değil; fakat İran, Basra Körfezi’nde bu yolla anlaşmalıdır. O nedenle bu yolu boşa çıkartacak bir savaş içerisinde değildir. Birçok sol çevre bunu iddia ediyor; özellikle TC devleti, AKP hükümeti bunu yapıyor, herkes de onların kuyruğuna takılıyor. Öyle oldu ki Tayyip Erdoğan şimdi ABD ve İsrail karşıtı cephenin lideri haline geldi. Son günlerde konuşuyor, ‘lider biziz, herkes peşimizden gelecek’ diyor ama bunların hepsi sahte ve yalandır. Tayyip Erdoğan’ı ABD ve İsrail bir ajan olarak kullanıyor. Önce Hamas’ı ezmek için Tayyip Erdoğan’ı yönlendirdiler, Hamas’ı İsrail ezdi. Ardından Hizbullah’ı tahrik ettiler, Hizbullah Lübnan’da şöyle savaşıyor, İran savaşacak diyerek şimdi Lübnan savaşını da yarattılar. Türkiye savaşı çıkarmada başarılıdır. Türkiye bunları niçin yapıyor? Bu yol projesini buralardan bozmak istiyor. Savaşı buralarda tutup, savaşın kendisine gelmesini engellemek istiyor. Çünkü enerji yolu Doğu Akdeniz’den geçecek, bütün bu savaşlar Doğu Akdeniz’in güvenliğini yaratmak içindir. Doğu Akdeniz’in önemli bir bölümü de Türkiye sınırındadır.

Doğu Akdeniz’de en büyük liman Güney Kıbrıs olacak. Bu, Güney Kıbrıs’a vardığında Kuzey Kıbrıs’ı Güney Kıbrıs’a katacaklar; Kuzey Kıbrıs’ta kimse kalmayacak. Türkiye orada engel olmak isterse Türkiye’yi de vurabilirler. Çünkü enerji yolunun dışında kaldı. Kuzey Suriye’den geçmesini Kürtler faydalanmasın diye engelledi; aslında kendisi de böylece yolun dışında kaldı. Şimdiye kadar bütün enerji yolları Türkiye’den geçiyordu. ‘Biz Asya ve Avrupa arasında köprüyüz, stratejik konumumuz çok önemli, her şey bizden geçer’ diyorlardı. Gerçekten de doğudan batıya Türkiye’den geçiyordu. Güneyden kuzeye gelip Türkiye’den geçiyordu; hepsi İstanbul boğazından geçiyordu. Şimdi İstanbul Boğazı dışlanmış oluyor. Türkiye’nin tümü dışlanmış oluyor. Böylece Türkiye’nin stratejik önemi kayboluyor. Bir, Sovyetler Birliğine karşı önemliydi; Lozan’da anlaştılar, bu ortadan kalktı. İki, ticaret yoluydu ve önemliydi o da böylece bu projeyle ortadan kalkıyor. Kapitalist modernite sistemi için mevcut TC devletinin özel bir önemi kalmıyor.

Diğer yandan, savaşın merkezi Türkiye’dir. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı üzerinde başladı. Osmanlı’nın devamı da Türkiye’dir. Aslında İngiliz-Fransız-Rus ittifakının Ortadoğu’yu, Osmanlı’yı bölme paylaşımının Fransız-İngiliz bölümü gerçekleşti; Rus bölümü gerçekleşmedi. Rusya’ya verilen alanlarda TC devleti kuruldu.

Şöyle bir durum var: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kapitalist modernitenin küresel hegemonik planıyla uyumlu değildir; ona terstir, onunla en çok çelişen devlet, TC devletidir. Çünkü o plana göre böyle bir devlet yoktu. Onun sonunda, Rusya çekildikten sonra bile Sevr Anlaşması yaptılar. Boğazları, Ege’yi, Kürdistan’ı da değil, Türklere küçücük bir yer veriyorlardı. Aslında ondan önce, Rusya-İngiltere-Fransa’nın paylaşımında belki Türkiye hiç yoktu. Böyle bir devlet haline gelmesi tamamen konjonktürel olarak oldu; kapitalist modernitenin küresel hegemonik planıyla uyumlu değildir. Ekim Devrimi’nin ve Sovyet Birliği’nin varlığı bunu ortaya çıkardı. Şimdi onların yokluğunda kapitalist modernite, küresel hegemonik sistem olarak kendisini yeniden yapılandırıyor; mevcut gelişmeleri de gözetiyor ama kendisiyle çelişen yanları da ortadan kaldırıyor.

 En çok çelişkiyi yaşayan da Türkiye’dir. O bakımdan aslında savaşın merkezi Türkiye’dir; Türkiye’de sonuçlanacak. Büyük kavga Türkiye’de olacak. Hem sistemin Ortadoğu’da yeniden yapılanması hem de mevcut oluşturulan enerji yolu gereği böyledir. Bunu Türkiye yöneticileri biraz geç de olsa anladılar. Enerji yolunu geç gördüler, ilan edilince farkına vardılar ve hemen Tayyip Erdoğan, bu yolu boşa çıkartmak için Karabağ Savaşı’nı gündeme getirdi. Son zamanlarda biraz farkına vardılar, onun için savaşı kendi dışlarında tutmak için savaşı İran-İsrail arasında, ABD arasındaki savaşa dönüştürmek için her şeyi yapıyorlar. İran-ABD savaşı olsun, dolayısıyla Türkiye’ye savaş gelmesin, Türkiye’nin bu pozisyonu korunsun deniliyor. İngiltere-Fransa-Sovyetler Birliği çatışmasında nasıl ki TC kuruldu, şimdi de ABD-İran savaşı olsun Türkiye’ye dokunulmasın ya da küresel kapitalist sistem Türkiye’ye muhtaç olsun istiyorlar. Mevcut Türkiye’yi korusun istiyorlar. Fakat böyle olmayacak. Türkiye bunun için her türlü tahriki yaptı. Bu gerçeği görmek lazım.

Kapitalist Modernite Sistemi Gazze, Lübnan savaşıyla tam olarak neyi sağlamaya çalışıyor. İran tam olarak ne yapmak istiyor. Bu savaşın aşamaları nasıl gelişebilir. Türkiye bunun neresinde ve Türkiye’ye yansıması nasıl olacak?

İran yönetimi Gazze savaşında daha basiretli yaklaştı. Kendisini savaşın tarafı haline getirmedi. Fakat Hizbullah farklıdır; Hizbullah, İran’ın örgütlediği bir güç sayılabilir. Hamas-İran ilişkileriyle Hizbullah-İran ilişkileri farklıydı. Biz, İran, Lübnan’da böyle bir savaşa fırsat vermez, kendisini savaşın tarafı yapmaz diyorduk; mevcut haliyle de yapmamaya da çalışıyor, açıklamaları onu gösteriyor. Hala İran, ‘İsrail ile savaşa girmeyeceğiz’ diyor. Fakat Hizbullah’ı koruyabilirdi, niye koruyamadı? Mesela geriye çekebilirdi; Basra Körfezi’nde savaşmadılar, niye Lübnan’da Hizbullah’ı savaşa sürdü, böyle mi olsun istedi? Bazıları ‘İran anlaştı ve Hizbullah yönetimini sattı’ diyor. Gerçek böyle midir, yoksa güç mü getiremedi? Çünkü provokasyonlar, tahrikler çok oldu. Özellikle TC tahriki çok fazlaydı. Dolayısıyla tahriklerin önünü mü alamadı böyle bir savaşa girildi? Bunu tam olarak bilemiyoruz. Fakat şu belliydi: Gazze’den sonra sıra Lübnan’a gelecekti, sonra Suriye’ye, sonra Kıbrıs ve Türkiye. Bu böyle gidecek.

Özgür basın, Önder Apo’nun İsrail’e ilişkin değerlendirmelerini veriyor. Bu temelde İsrail devletinin kurgulanışını aktarıyor. Evet, bir Yahudi toplumu oluşturmaya çalışıyorlar. Dünyanın dört bir yanından toplayıp getiriyorlar; aslında İsrail devleti küresel sermayenin Ortadoğu’daki karargahıdır. Zaten Yahudi sermayesi de etkilidir. Bu temelde etkili kılmak istiyorlar. Hem güvenliğini sağlatıyorlar hem de enerji yolunun merkezi yapmak istiyorlar. Böylece yeni Ortadoğu’yu İsrail-Arap ittifakıyla yaratacaklar. Belli ki İranlılar da bu ittifakın içindeler ve uzlaştılar. İran-Suudi, İran-Mısır anlaşmaları bunu sağladı. ABD ile açıktan anlaşmadılar ama İran’ın Suudi ve Mısır’la anlaşması bu sistemle anlaşmasıydı.

Türkiye, NATO içinde olsa bile bu sistemle çelişir durumdadır. İsrail savaşı, sistemin savaşıdır. Arkasında ABD ve NATO var. ABD, ek olarak yeni askeri güçler ve donanmayı getirme kararı almış; her adımda askeri gücünü arttırdı. Irak, Kuveyt’i işgal edince Körfez Krizi başladığında, üç ay içerisinde ABD, 150 bin askeri Suudi’ye, Kuveyt’e, Arap Emirliklerine, Ortadoğu’ya getirdi. Şimdi Gazze savaşı başladı; bütün donanmasını Doğu Akdeniz’e, Kızıl Deniz’e getirdi. Bu sefer de denizden Ortadoğu’yu tutuyor. Karadan temel yerleri tuttu; şimdi de denizden tutuyor. İsrail bunlar adına savaşıyor.

İkincisi, İsrail’in savaş yöntemi biraz DAİŞ tarzındadır. Şok edici, etkili darbe vurucu bir tarzı uyguluyor. Gazze’de de öyle yaptı ama Hizbullah’a karşı bunu çok daha fazla yaptı. Hem çağrı cihazlarını patlatarak hem karargâhı istihbaratla havadan vurarak yaptı. Karşıdakini şok etmek istiyor, herkesi şoke uğratmak istiyor. “İsrail ile savaşılamaz, İsrail’e karşı durulamaz” havası yaratmak istiyor. Bununla etkinlik sağlamak istiyor.

Teknik ve istihbarat gücünü kullanıyor. Yeni savaşlarda durum öyledir. Şimdi ise kara harekâtı başlatmış durumdadır. Büyük bir ihtimalle Hizbullah’ın silahsızlanmasını dayatacak; fakat o olmazsa bile en azından İsrail sınırına yakın Lübnan’ın geniş bir alanının silahsızlandırılmasını öngörecek, tampon bölge yaratacak. Eskiden de 80’lerin başında birçok devletten oluşmuş BM’ye ait barış gücü vardı. Filistinliler’le İsrail arasında tampon bölge oluşturmuşlardı. Sonra 82 saldırısıyla Filistin gerillası Lübnan’dan çekilince o güce de son verdiler. Bütün o boşlukları Hizbullah doldurdu. Hem barış gücünün çekilmesinden oluşan boşluğu, hem Filistin gerillasının çekilmesiyle oluşan boşluğu Hizbullah doldurdu. Şimdi onları tümden geriye itecekler.

Şunu sağlatacaklar: Bir, Lübnan’dan İsrail’e herhangi bir askeri tehdit gelmeyecek. İki, Doğu Akdeniz’deki ticarete Lübnan’ın herhangi bir tehdidi olmayacak; tam tersine uyum sağlayacak ve katılacak. Bunu kısa sürede de yaratabilirler. Hizbullah karşısında aldıkları sonuç, bunun yaratılacağını gösteriyor. Hizbullah ağır bir darbe aldı. Nasıl aldı, neden bu kadar hazırlıksızdı? İnsan tam nedenlerini bilemiyor ama biz şunu biliyoruz: Örgütsel işleyişte iletişim önemli, bunu aşırı düzeyde tekniğe bağlamışlar çünkü sürekli orası keşifle denetleniyordu. Cihazları patlatmayla teknik bağlantı kopartılınca Hizbullah kendisini yönetemez hale geldi. İstihbarat o zaman daha hızlı devreye girdi. Yönetimin birkaç hamleyle tümden vurulmasının, bu teknik saldırı ve iletişimin parçalanmasıyla bağı var. Hizbullah, biraz da İran’a güveniyordu. Aslında Hamas’a destek veriyordu ama Hasan Nasrallah’ın açıklamalarında, başlangıçta İsrail ile öyle çok savaşmayı öngören bir durumu yoktu; İran politikasına yakın şeyler söylüyordu. Giderek son dönemde tahrikler, provokasyonlar çoğaldı, çatışmalı bir duruma geldiler. Herhalde böyle bir saldırı yapmazlar; diplomasi devrede, Fransa vb. çevreler diplomatik girişimlerde bulunuyorlardı, biraz da sanki oradan boşluk oluştu; İsrail boşluktan da yararlandı ve darbe vurdu. Hamas kadar da dayanamadı. Bütün yönetimi hemen hemen darbe yemiş duruma geldi. Aslında Hizbullah, Hamas gibi bir alanı kontrol ediyordu. Bütün Güney Lübnan Hizbullah’ın elindeydi, Şii toplumuna dayanıyor, bir toplumsal temeli de var. Bir de yeraltı örgütlenmesinde örnek olarak gösteriliyordu.

Şimdi hala kara operasyonuna karşı direneceğiz diyorlar ama ne kadar direnç olur, bunu bilemiyoruz. Belli bir direniş olur ama yönetim darbe yiyince, tabi direnişi yürütmeleri zor olacak. Yönetim darbe yemeseydi Gazze’den daha fazla direnebilirdi çünkü kırsal alanları da var. Eğer yeraltını güçlü geliştirmişlerse ki Hizbullah’ın çalışmaları örnek gösteriliyordu, bu anlamda Suriye savaşına da katıldı; oradan da Hizbullah güçlerinin edindiği bir tecrübesi vardı. İsrail Gazze’ye saldırdığı gibi saldırsa Lübnan da zorlanırdı. Baştan işgal yöntemiyle saldırsa darbe yerdi, Hizbullah daha güçlü direnirdi. Aslında İsrail’in uyguladığı taktik çok etkilidir. Önce irtibatı kır, ardından yönetimi vur. Savaşçı güç, yeraltı hazırlığı ne kadar olsa da bu iki darbeden sonra yönetilemeyecek, irtibat kuramayacaklar, yönetim olmayacak; dayanması zordur. Yine de insan kesin bir şey diyemez ama Gazze kadar da Lübnan’daki çatışma durumu uzamayabilir. Böyle değerlendirilebilir.

Suriye nasıl bir hat izleyecek, o konuda bir şey diyemeyiz. Suriye’de esas olarak Rusya var. Rusya-Ukrayna savaşının rövanşı Suriye’de olacak mı, yoksa Ukrayna’yı ayrı, Suriye’yi ayrı mı tutacaklar, insan bunu tam bilemiyor. Bunlar, sistemin kendi iç ilişkileri oluyor, çıkar çatışmaları oluyor. Bakarsın Rusya, Ukrayna’da savaşır ama Suriye’de tümüyle sistemin dışına çıkmamak üzere uzlaşabilirler. Zaten şimdiye kadar Suriye’deki operasyonları ABD-Rusya belli bir ittifak halinde yürüttüler. Bu yol çatışmasına kadar böyleydi. Ukrayna savaşından sonra bu durum biraz bozuldu, fakat o hat da tümden bozulmuş değildir. Hem Esad yönetiminin durumu hem de Suriye’nin durumu hem de Rusya’nın Akdeniz’de varlığı esas olarak oradadır. Orada belli olacak; Rusya ile çatışırlarsa iş zor, Rusya’yı ABD ile çatışmaya teşvik edecek güçlerden birisi de yine Türkiye’dir. Öyle olursa Türkiye kendisini güvence altına alacak. ABD-Rusya çatışması gelişirse ABD-Sovyet çatışmasına dayanarak nasıl ki TC var oldu, şimdi de ABD-Rusya çatışmasıyla ayakta kalmak istiyor. Öyle olursa kalabilir. Ama şimdilik tam olarak bilemiyoruz, eğer Rusya ile anlaşırlar dolayısıyla Suriye’nin Doğu Akdeniz’deki ticarete engel olması ortadan kalkarsa, sonra sıra Türkiye’ye gelecek. Türkiye üzerindeki ameliyat, Kıbrıs üzerinden yapılacak. Enerji yoluna bağlanacak. Türkiye’nin tümüyle teslim olup uşak haline gelmesi istenecek. Kendine göre bir durum bırakmayacaklar. Öyle yapmazsa Türkiye’yi parçalayacaklar. Sevr Anlaşması’nın planlaması var. Ondan önce de Brest-Litovsk Anlaşması’nın planları var. Onlar temelinde Türkiye’yi parçalayacaklar. Önder Apo, on beş yıl önce bunları yazdı, defalarca uyardı. ‘Güvendiğiniz şeyler sizi paramparça edecek’ dedi. Dikkate almadılar. AKP-MHP faşizmi Türkiye’yi böyle bir felaketin içine götürdü.

Önder Apo şunu söyledi: “Mevcut Türkiye’ye bu sistem içinde yer yoktur. Küresel kapitalist hegemonyada Türkiye yoktur. Dolayısıyla, Türkiye ancak bu sistemde alternatif bir sistemle var olabilir. Bu da Özgür Kürdistan, Demokratik Türkiye olursa, Ortadoğu’da demokratik konfederalizmin yaratılmasına öncülük etmeye yönelirse, Türkiye kendi varlığını koruyabilir” dedi. Önder Apo’nun projesi buydu. Uyarıları bu temelde oldu. Bunu dikkate almak yerine PKK’yi yok etmek, Önder Apo’yu tecritle tümden sindirmek, etkisiz kılmak istediler. Tecrit ve PKK’ye saldırıyla Kürt halkını sindirmek istediler. Yani, AKP-Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli kumar oynadılar, böyle biraz Rusya’ya dayanarak, biraz başka yerleri tahrik ederek, işgal saldırıları yaparak ayakta kalabileceklerini sandılar. Fakat tersine hepsini buna yönlendirdiler. Rojava’ya, Başur’a işgal saldırılarına da izin verdiler. Bunu Türkiye’yi daha fazla ameliyat altına alabilmek için yaptılar. Dolayısıyla Suriye’deki durum, Rusya’nın tutumuna bağlıdır. Eğer orada savaş olmazsa, savaşın merkezi Türkiye olacak; çelişki ve çatışmalar Türkiye’de yoğunlaşacak, bunu kesinlikle net görmemiz lazım. Mevcut TC’nin varlığı sona erecek.

Öyle anlaşılıyor ki sistem, PKK’nin varlığından dolayı Türkiye’ye gerekli müdahalelere girişmekten korkuyor. TC’nin sınırları aşarak işgal saldırıları yapmasına izin vermeleri bu korkularından mı kaynaklanıyor?

TC, İdlib’i işgal ederken, Cerablus’a asker dökerken ve Güney Kürdistan’a, Medya Savunma Alanları’na askeri işgale kalkarken, zaten Lozan’ı ortadan kaldırdı. Lozan Anlaşması’na göre Türkiye, bu sınırlara girmeyecekti. Askeri işgale kalkarak zaten sınırları ortadan kaldırdı; dolayısıyla Lozan’ı ortadan kaldırmış oldu. Şimdi yeniden yapılanma enerji yolu üzerinden oluyor. Lübnan’da, Suriye’de sorunları çözerlerse Arap-İsrail sorunu çözülmüş oluyor. İsrail-Arap uzlaşmasının önü tümden açılıyor. Yeni Ortadoğu ona göre kurulacak, büyük bir ihtimalle İran bununla uzlaşmalıdır, çünkü İran Birinci Dünya Savaşı’nda da parçalanan bir konumda değildi;kapitalist sistemin küresel hegemonya haline gelmesinde İran’ın bütünlüğü vardı. Osmanlı parçalanıyordu, hala Türkiye yoktu. Dolayısıyla, büyük ihtimalle İran rejiminin üzerinde baskı uygulanarak sistemin içinde tutulacak, ama Türkiye yeniden şekillendirilecek; süreç oraya doğru gidiyor. Belki bu süreç gecikiyor, gecikmesinde de temel rol yine PKK’nin varlığından kaynaklanıyor. Hala PKK’nin varlığından dolayı Türkiye’ye gerekli müdahalelere girişmekten korkuyorlar. O nedenle TC’nin işgal saldırıları yapmasına izin ve destek verdiler. Buna KDP’yi kattılar, şimdi Irak’ı da kattılar. Bunların hepsini aslında küresel kapitalist sistem yürütüyor. PKK’yi zayıflatmak için yapıyorlar. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi PKK’yi iyice zayıflatmak için bir yıl süre uzattı. PKK güçlü olursa Türkiye’ye herhangi bir müdahalede bulunmaktan korkuyorlar. Bunun örneği Rusya’da yaşanmıştı. Sistemde bir boşluk yaşandı; bir avuç Bolşevik örgütlenmesi yönetimi ele geçirdi. Şimdi Türkiye’de bir çatışma durumu geliştirirlerse “PKK çok güçlü, Türkiye’yi ele geçirir” korkusunu yaşıyorlar. PKK’yi zayıflatmaya, Rojava’da da uzlaşmaya çekmeye çalışıyorlar. Burada sonuca ulaşırlarsa savaşı Türkiye’ye yayacaklar. Türkiye’de operasyonu geliştirecekler. Ondan sonra artık Türkiye’ye ne olur, Kürtlere ne olur bilinmez.

Bunun alternatifi, Kürt özgürlüğüne dayalı “Demokratik Türkiye, Demokratik Ortadoğu’ydu.” Önder Apo bu formülasyonu geliştirdi. “Özgür Kürdistan, Demokratik Ortadoğu” dedi. Daha sonra “Demokratik Ortadoğu Konfederalizmi”ni tanımladı. Kapitalist modernitenin Ortadoğu üzerindeki bu egemenlik saldırılarını, çıkar çatışmasını ve paylaşımını engelleyecek; Ortadoğu’yu özgür, demokratik, kardeş halkların iç içe yaşadığı bir konuma getirecek olan Demokratik Ulus ve Demokratik Konfederalizm projeleriydi. Bunu Önder Apo’nun uygulamasına fırsat vermediler. Türkiye’yi Önder Apo ve PKK ile savaşır hale onlar getirdi. “Çöktürme Eylem Planı” sadece AKP-MHP’nin planı değil, Kürt soykırımını yürüten güçlerin planıdır. Böyle görmek gereklidir. Dolayısıyla durum çok kritiktir. Önderlik ve Hareket üzerinde saldırı geliştirdiklerinde, evet, bir düzeyde biz bir direniş yürüttük ama bütün bunları kıracak etkinlik geliştiremedik. AKP-MHP yönetimi erkenden yıkılabilseydi, demokratik modernite bilinci, örgütlüğü Ortadoğu’da daha fazla yayılabilseydi bu önlenebilirdi. Fakat bu başarılamadı. Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli hala yönetimdedirler ve kendi projelerini sürdürüyorlar. Bu da sistemle sözde karşıtmış gibi görünüyor ama sistemin bir parçasıdır. Rusya ve diğer bazı güçlerle ilişki kursa da sistemin dışında değildir. Dolayısıyla, küresel kapitalist güçlerin kendi planlarını hayata geçirme yönünde, İsrail üzerinden geliştirdikleri etkin bir şey var. Lübnan sonrası, Kıbrıs sürecinde ABD devreye girecek; ABD, Güney Kıbrıs ile güvenlik anlaşması yaptı, İsrail de anlaşma yaptı, ortak askeri tatbikatlar yaptılar, ticaret için bazı limanları geliştirdiler. ABD ve bazı güçler o zaman doğrudan devreye girecekler.

Görülüyor ki çok önemli bir süreçteyiz. Kürdistan’daki savaşın durumu da öyledir. 3’üncü Dünya Savaşı’nın Doğu Akdeniz’deki yayılımı da öyledir. Lübnan’daki gelişmeler bu durumu ortaya çıkardı. Bu, İran’a kadar yayılır mı, bunu değerlendirenler var; bu çok zor gibi geliyor. Lübnan’da da böyle olmaz diye düşündük ama düşündüğümüz gibi olmadı. Çünkü tahrikler, provokasyonlar farklı durumları da ortaya çıkartabilir. Yüzde yüz şöyle olur dememek lazım ama İran’daki eğilim sistemle uzlaşma ve savaş dışı kalma yönündedir. Ama biz, savaşın olabileceği ihtimalini de dikkate almalıyız; savaş dışı kalmasını dikkate almalıyız. Suriye’deki durumu gözetmeliyiz. Türkiye’ye sıra gelirse ne olmalı, onun için mücadelemizi daha güçlü geliştirmeye çalışmalıyız.

Bu durumda Kürdistan Özgürlük Hareketi olarak ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Elbette, çizgimizi etkili, yeterli ve başarı düzeyinde uygulayamadık. Onlar bizi imha etmek istediler; evet, imhayı önlüyoruz ama karşı tarafın planlarını bozacak bir etkinlik de geliştiremedik. Şimdi bizi çok daha zayıflatıp Hizbullah ve Hamas gibi yaparak tümden Kürdistan’a egemen olmak istiyorlar. Bunu boşa çıkartırsak Önder Apo’nun ‘ara çözümler’ dediği durum gündeme girebilir. Rojava’daki durum biraz genelleşebilir. Ona da açık ve hazır olmalıyız. Bu anlamda Kuzey Doğu Suriye pratiğini daha iyi ele almak lazım, daha doğru değerlendirmek gereklidir. Daha planlı ve etkili yürütmemiz lazım. Çok bağımlı duruma da düşmemek gereklidir, ama kendi gerçek durumunu görmeyerek böyle hiç kimsenin olmadığı şekilde, sadece kendi gücümüzle orada yalnız başına kalacağız da sanmamak lazım. Ya bunu etrafa yayarsın; Kürdistan’da, Ortadoğu’nun diğer yerlerinde halkların gücünü, demokrasisini ortaya çıkartırsın, ona dayanır ya da uzlaşma içinde olacaksın. Yoksa, diğer türlü ayakta kalma olmaz. Bu anlamda da öyle çok boyun eğici yaklaşımlar da yanlış; kestirmeci, gerçeklerden kopuk yaklaşımlar da yanlıştır. Bu durumlara düşmemeliyiz. Dolayısıyla, bu gerçekliği de görüp buna göre daha planlı, daha örgütlü uzlaşmayı, ittifakları daha iyi yürütür konumda olmalıyız. Yok edici, onları ortadan kaldırıcı olmamak lazım; öylesi de yanlıştır.

Mücadeleyi olabildiği kadar daha etkin hale getirerek, bölgeye ve dünyaya Küresel Özgürlük Hamlesi temelinde daha fazla yayılmak; bizim küresel kapitalist modernite sisteminin tümden egemen olma, kendisini hâkim kılmasına karşı demokratik modernite alternatifini bir ölçüde geliştirmemize hizmet eder. Bunu sağlamayı öngörmeliyiz. Bunun imkanları, fırsatları var ama doğru anlamak, örgütlü olmak, yaratıcı tarzla daha etkili mücadele edebilmek gereklidir. Bunu gerçekleştirdiğimizde kesinlikle başarılı olacağız. Komplo, dünya savaşıyla da iç içe gelişen bir süreçtir. Daha farklı da ele alınabilir ve değerlendirilebilir. Komploya karşı mücadeleyi başarıyla yürütebilmek, bugünkü olayları anlayabilmek için, komplonun iç içe geliştiği dünya savaşı gerçeğini doğru anlamak lazım.

Demek ki mücadele ile başarı kazanılıyor; komplonun birçok planı bozuldu. Defalarca yenilgiye uğratıldı. Şimdi Küresel Özgürlük Hamlesi bunun finali oluyor. Kesinlikle İmralı işkence sistemini parçalayarak Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü sağlamayı hedefliyor; bu gerçekleştirilebilir. 26 yıllık mücadelenin dersleri bize bunu gösteriyor. 26 yıllık mücadele içerisinde defalarca uluslararası komplonun saldırı planlarının kırılmış olması, komplonun tümden parçalanıp yok edilebileceği gerçeğini kanıtlıyor. O halde, mücadele daha doğru ve etkili yürütülürse sonuç alınabilir ve böyle bir aşamaya gelindi. Bu gerçeği iyi görmemiz lazım. O nedenle mücadelede daha inançlı, daha umutlu olmalıyız. Daha planlı ve örgütlü hareket etmeliyiz. Daha yaratıcı davranmalıyız; daha cesur ve fedakâr olmalıyız. Gerçekten sonuç alma aşamasına gelindi ve mutlaka bu sonucu görerek, sonuç alınabileceğini bilinçle görerek ve buna inanarak onu gerçekleştirebilecek bir eylemlilik içinde olmalıyız.