İmralı’da ilk barış girişimi-XXI

Kürt Halk Önderi, İmralı’nın karanlığında ilk barış girişim için kolları sıvarken, Ankara rejimi ise Kürt Özgürlük Hareketi’ne teslimiyet ve itirafçılık dayatacaktı.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, İmralı’nın ağır izolasyon şartlarında 1999’un yaz aylarında barış girişimlerine hız verdi. Öcalan’ın kafasında savaşın tarafları arasında yıllardır süre giden “kör düğümü” çözecek, barış ve diyaloğun önünü açacak tarihi adımlar vardı.

Avukatlarıyla 5 Temmuz 1999 günü yaptığı görüşmede ise ilk kez planını açıkladı. Mevcut kilitlenmeyi aşmak için gerilla güçleri Türkiye’nin resmi sınırlarının ötesine, Güney Kürdistan’a çekilecek ardından da devletin tavrını beklenecekti. Öcalan, “Bu ateşkesin ileri adımı olabilir” dediği çekilme planına ilişkin düşüncelerini iki sayfalık mektup halinde 7 Temmuz 1999’da PKK Başkanlık Konseyi’ne gönderdi: “Anlamsız şiddet, sorunları içinden çıkılmaz hale getiriyor. Şiddete son vermek sorunların çözümünde temel halka olmaktadır. Kürt sorunundaki çatışma düzeyi şiddet içeriğini fazlasıyla yaşamış ve barış süreci toplumun tüm düzey ve derinliklerinde en temel amaç haline gelmiştir. Ağırlıklı olarak şiddet yaklaşımları objektif olarak çıkmazı derinleştirmekten, sahte bir rant ekonomisi ve politik yapı üretmekten, dolayısıyla en gerici sonuçlara yol açmaktan öteye varmıyor.

Mevcut durum aşılmazsa sonuç çıkmazda ve tekrarda derinleşmedir. Gecikmiş de olsa mütevazı ve gerçekçi bir barış seçeneği tek yol olarak karşımızda duruyor. Ama oldukça engeller var. Yılların şiddetinin ortaya çıkardığı gerçekler iyi özümsenirse kolay bir barış yolu bulunur. Yok, eski tutum ve davranışlar bu sürece de olduğu gibi yansıtılırsa çok zor olur. Türkiye realitesinde Kürt sorununa çok özgün yaklaşmak gereği açıktır. Önümüzdeki barış için arkada verilen savaş dersleri çok iyi göz önüne getirilmelidir. Her şeyden önce içte ve dışta çok yönlü provokasyonlar kendini dayatabilir.

Şiddetin pratik olarak da güvenceli olarak da sona erdiğini kuşku götürmez bir biçimde kanıtlamak gerekiyor. Bu durumda en etkili sonuç alıcı yol, herkesi üzerine düşeni yapmaya zorlayacak ve aynı zamanda kolaylık sağlayacak olanı, barış için silahlı mücadeleye son verme ilanıdır. 1 Eylül 1999’da silahlı mücadeleye son verdiğimizi açıklamak ve güçlerimizi sınır gerisine, Güney’e çekip sürece göre değerlendirmek ve hazırlıklara çekmektir.”

TÜRK DEVLETİNİN HEDEFİ BAŞKAYDI

Kürt Halk Önderi aynı şekilde barış ortamının hazırlanması için Türk devletine de “İlk adım olan geri çekilmeden sonra siz de bir adım atacaksınız” çağrısında bulunuyor, ardından da köylere dönüş, koruculuğun kalkması gibi atılacak önemli yeni adımlar sıralıyordu. Türk devleti ise “çekilme yetmez tümünü şartsız dağdan indir” şeklinde diretiyor, çözüm olarak “Pişmanlık Yasası” üzerinde çalıştığını beyan ediyordu. Öcalan’a göre gerillanın sınır dışına çıkarılması dışında hiçbir adımın atılmayacak ve tüm baskılara karşı duracaktı.

Kürt Halk Önderi’nin sergilediği tutum karşısında Türk devlet yetkilileri o günlerde üç hafta boyunca Abdullah Öcalan’la teması kesti, kendisine yazılan mektuplar verilmediği gibi görüşmelere ilişkin tuttuğu notlara da el konuldu. Bu arada Yargıtay’a gönderilen dava dosyası ise jet hızıyla sonuçlanıyordu. İmralı’da yaşanan bu gelişmeler ve Kürt Halk Önderi’nin iradesinin kırılarak esir alınmasına yönelik daha sonra yıllarca denenecek yöntemlerin de habercisiydi.

2 AĞUSTOS 1999 ÇAĞRISI

Türk devletinin bu yaklaşımlarına rağmen Abdullah Öcalan barış yolunda ilk ciddi adımın atılmasından yanaydı. Avukatlarıyla 2 Ağustos 1999’da yaptığı görüşmede hazırladığı bildirinin okunmasını istedi. Avukatlar, aynı gün İstanbul’da basın toplantısı düzenleme kararı aldı. Kürdistan, Türkiye ve dünya kamuoyunun gözü bu toplantıya çevrilirken, İmralı’nın gücü de görülecekti. Avukatların kamuoyuna duyurduğu o tarihi bildiride özet olarak şu şekildeydi: “Türkiye’de çatışma ve şiddet ortamı insan hakları ve demokratik gelişmenin önünde engel teşkil etmektedir. Ağırlıklı olarak Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet bunda temel rol oynamaktadır. Çıkmazı aşmak ve sorunların çözüm yolu, şiddete son vermeyi gerektirmektedir. Bu nedenle PKK’nin 1 Eylül 1998’den ben tek taraflı yürütmeye çalıştığı ateşkes sürecinde, 1 Eylül 1999’dan itibaren silahlı mücadeleye son vermeye ve güçlerini barış için sınırların dışına çekmeye çağırıyorum. Böylelikle demokratik çözüm yolunda yeni bir diyalog ve uzlaşma aşamasının gelişeceğine inancımı belirtiyorum. Bununla birlikte tüm devlet ve toplumun ilgili kurum ve yetkililerini bu barış ve kardeşlik sürecinin başarısı için duyarlı ve destek olmaya, ulusal ve uluslararası hükümet ve kuruluşları da olumlu temelde yardımlaşmaya çağırıyorum.”

PKK OLUMLU CEVAP VERDİ

Kürt Halk Önderi’nin bu çağrısına, Kürt Özgürlük Hareketi’nin cephesinden cevap erken geldi. Başta PKK olmak üzere Hareketin bütün birleşenleri peş peşe açıklamalarla “Önderimizin çağrısına uyacağız” dedi. Aynı şekilde PKK kitlesinin ezici bir kesimi de Abdullah Öcalan’ın bu girişimini destekledi. Türk devletinin başkentinde ise “Neden teslim olmuyorlar da geri çekiliyorlar” havası hakimdi.

ABDULLAH ÖCALAN BİR KEZ DAHA AÇIKLADI

Abdullah Öcalan, yeniden devreye girerek 11 Ağustos 1999 günü avukatları aracılığıyla bir açıklama daha yaptı. Sözleri, Türk medyasının da manşetlerindeydi: “Devlet silahların bırakılmasını istiyorsa bunun koşullarını yaratması gerekir. Devletin hazırlığı olmalıdır. Yarın Türkiye adım atarsa silahlar da bırakılır. Doğru dürüst hiçbir yasal düzenleme yoktur. Gelip nereye gidecekler? Aslında bizim yaptığımız, barış için beklemedir. Ben imha da olsam, asılsam da dönemin ruhu, mantığı, çözüm gerektiriyor. Biz silahları getirip vermeye hazırız. Ama sorumlu kademe, devlette kimdir? Ayrıca devletle barışmak istiyoruz. Ama bizi devlette kabul edecek organ, teşkilat nerededir?

Çatışma bitecektir. Türkiye için kapsamlı gelişmeler olabilir. Bunu önlemek isteyen kimi karanlık güçler, Şemsi Denizer (6 Ağustos 1999 günü öldürülen Türk-İş Genel Sekreteri) olayında olduğu gibi, cinayet işliyorlar. Kaygım, bu tip olayların, güven ortamını bozmasıdır. Tüm kamuoyunun bu konuda duyarlı olması, barış için zorunludur. Bizim pozisyonumuz stratejiktir. Bazıları bozmak isteyebilir ama barış sürecinin, gelişimini sürdüreceğine inancım tamdır. Bu adım sonucunda, büyük coşkulu gelişmeler olabilir. Yeni dönem başlamıştır. Barış olmadan hiçbir şey olmaz. Bu toprakların, havadan, sudan önce barışa ihtiyacı vardır. Barış, büyük bir irade, sabır ve anlayış ister.”

ERKEN ÇEKİLMEYE PİŞMANLIKLA YANIT

Öcalan’ın bu barış çağrılarını büyük önem veren PKK Başkanlık Konseyi ise 17 Ağustos günü yaşanan deprem felaketinden dolayı 1 Eylül’den sonra hayata geçirilmesi planlanan geri çekilmeyi, 25 Ağustos’ta başlattığını ve savaşı bitirdiğini duyurdu. Türk hükümeti, bu açıklamaya 24 saat geçmeden farklı bir tepki verdi ve 4450 sayılı “Etkin Pişmanlık Yasası”nı çıkarttı. Buna göre; hiç eyleme katılmayanlar, silahını bırakıp teslim olursa ve itiraflarıyla suç işlenmesine engel olurlarsa ceza almayacaklardı. Bir nevi gruplar halinde geri çekilme yoluna düşen Kürt gerillasına Ankara rejimi teslimiyet ve itirafçılık dayatıyordu.

Diğer yandan da Türk ordusu Kuzey Kürdistan’ın birçok stratejik noktasında saldırı, pusu ve operasyonlarını devreye soktu. Kürt Halk Önderi’nin İmralı’daki ilk barış planına karşı Türk devleti tasfiye planını tercih etti. Fakat yaşanan şehadetlere rağmen gerillanın geri çekilme süreci sonbaharın sonuna doğru tamamlandı. Kapsamlı bir geri çekilme olmamış, küçük gruplar gerilla alanlarında kalmayı sürdürmüştü. PKK güçlerini barışı beklemek için çıkarıyordu. Ortamın hazırlanması halinde bu güçler Türkiye’ye gelip demokratik siyasete katılacaklardı. Kürt Halk Önderi, bunun için de demokratik hukuk reformu ve genel af şartını öne sürüyordu.

BARIŞ GRUPLARININ GÖNDERİLMESİ

Abdullah Öcalan, samimi olduğunu göstermek için de gerilla cephesinden barış gruplarının gönderilmesini istedi. Tarihin yaprakları 1 Ekim 1999’u gösterdiğinde, 8 kişilik gerilla grubu Şemdinli’nin Gelişim köyü üzerinden Türk devletinin resmi sınırlarına giriş yaptı. O gerillalar, 1. Barış ve Demokratik Çözüm Grubu olarak tarihe geçecekti. Başka bir grup da 29 Ekim 1999’da Avrupa’dan yola çıktı. Kürt Halk Önderi, atılan bu tarihi adımdan umutluydu. “Demokratik Cumhuriyet yasalarına uymak için geldik” diyerek giriş yapan grup üyeleri gözaltına alınarak hapse atıldı.

İDAM MECLİS’TE, GÖZLER AİHM’DE

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 25 Kasım 1999’da İmralı Mahkemesi’nin Kürt Halk Önderi için verdiği idam kararını oybirliği ile onayladı. Bir dakika süren daire başkanın açıklamasına göre idam dosyası artık Meclis’teydi. Aynı günlerde Abdullah Öcalan’ın avukatları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) "infazın yerine getirilmemesi için ara karar verilmesi" talebiyle başvuruda bulundu. Gözler artık Ankara’da ve AİHM’deydi.

ÖLÜMÜ BİLE ANLAMLI KILMAK

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ise 2001’de “AİHM Savunmaları- Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru” adıyla yayınlanan savunmasında kendisine dayatılan idam kararını ve o günlerde takındığı tutumu şöyle ifade ediyor: “Ölüm kararının tamamen siyasal amaçlı kullanılacağı açıktı. Bunu bütünüyle komplonun bir parçası olarak da değerlendirmiyorum. İyi niyet ve barış amacıyla, hatta aklıselim sahibi insanların çoğalmasıyla demokratik uzlaşının bir kilometre taşı olarak da kullanılabilirdi. Bu yakınlaşmaları oyun olarak değerlendirmek, olsa olsa komplodan menfaat uman çevrelerin işi olacaktır. Nitekim bunlar ortaya da çıkacaklardır.

Kendim de ölüm ve yaşam gerçeğini tam kararlaştıramadığımı belirtmek durumundayım. Şu husus çok açıktır ki, eğer gerçekten bir kolektivizm kişiliği haline gelmişsem, bireysel yiğitlik ve ölüme meydan okuyuş hemen başvurulacak eylem tarzım olamazdı. Mahkeme ölüm kararını verirken, hakim Turgut Okyay kalemini kıramayacak ve idam karşıtlığını belirtmek zorunda kalacaktı. Ölmemin nasıl gelişeceği gerçekten bir muammadır. Bu durum büyük bir siyasal koza dönüşmüştü. Tehlikeler geliyorum diyordu.

PKK ve Kürtler yeni isyan tarihlerini idam kararının sonuçlarına göre hazırlıyorlardı. Türk gerici ve şoven çevreleri idam kararlarının uygulanmasını seçim yatırımı olarak değerlendiriyorlardı. İntikamcılık duyguları her iki tarafta da ayağa kaldırılmıştı. Bütün dış güçler kararın olası sonuçlarını değerlendiriyorlardı. Açık ki, bireysel endişelerin çok ötesinde sorumlu davranmam gerekiyordu. Yaşadığım her günü onurlu bir barış ve demokratik uzlaşmanın gereğine göre değerlendirmem en doğrusuydu.

Bireysel çıkarlara ağırlık vermem hem siyasal hem de ahlaki olarak doğru olamazdı. Bu amaçla âdeta işaret bekleyen çevrelerimize yanlış sonuçlara yol açabilecek mesajlar veremezdim. Basit taktiklerle PKK’yi de yürütemezdim. Böylesi dar hesaplar için hem olanaklar yoktu hem de bu yanlış bir tutum olurdu.

Ölüme karşı Sokrates tavrı diyebileceğimiz tavrı esas almaya çalıştım: Ölümü bile anlamlı kılmak, niçin ve nasıl ölmenin felsefi anlamını bulmak! Mevcut durumda tahmin edemediğim kadar yaşıyorum. Demokles’in kılıcı gibi başımda sallanan ölüm kararı altında ruhun büyük yükselişini, anlamın büyük gelişimini artan bir huşu içinde karşılıyorum. Normalde birkaç haftalığına dayanılamayacak ve taş olsa çatlatacak bir yaşam biçimi anlamlı kılınmıştı. Aslında ölüm beni değil, ben ölümü çözmüştüm. Ölüm kararı beni etkisizleştirmemiş, ben ölüm kararını çirkin ve uğursuz tarzıyla etkisizleştirmiştim.

Nereden ve nasıl gelirse gelsin ister yarın ister gelecek yıllarda olsun, ölüm artık benim için ciddi bir konu olmaktan çıkmıştı. Hatta hoş geldi, sefa geldi diyebilecek anlam gücüne ulaşmıştım. Sorun bu gerçeği halklarımıza, dostlara, PKK’ye ve devlete izah etmekti. Gücüm ve olanaklar oranında bunu da yapmaya çalıştım. Kısmen ‘öl-öldür’ felsefesinden ‘yaşa ve yaşat’ felsefesine geçiş çok kapsamlıca yürütülmüştü. Eğer taraflar çalışsalar, bunun zaferini de onurlu barışta birlikte paylaşmak mümkün olabilirdi.”

Yarın: AİHM’in İmralı sınavı – XXII