19. yılında 9 Ekim Komplosu

9 Ekim Komplosu, modern Kürt tarihine damga vurdu; gelişim süreci, gerçekleşmesi ve sonrasında yarattığı etkiyle bir alt üst oluşu gerçekleştirdi.

Etkileri hala devam etmekle beraber, gerek uluslararası gerek yerel anlamda her gün yeni bir detayını öğrendiğimiz 9 Ekim Komplosu, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın mücadelesi ve müdahalesiyle amacına ulaşması önlendi. Öcalan, yıllar önce “Ben buradan halkımıza artık müjdeyi verebilirim: komplo boşa çıkarılmıştır. Bu kesin olarak anlaşılmıştır. Bu benim buradaki sabırlı duruşum ve halkımızın ortak çabasıyla gerçekleşmiştir. Bunu artık halkımıza açıkça ifade edebiliriz; komployu boşa çıkarmayı başardık. Bütün bu komploya ve tasfiye girişimlerine rağmen sonuçta hareket ve halkımız güçlenerek çıkmıştır. Halkımızın gösterdiği direniş komployu boşa çıkarmıştır. O yüzden tekrar halkımıza şükranlarımı iletiyorum. Komployla amaçlanan benim imhamdı. Bunun gerçekleşmesi durumunda bir kaos ortamı ve kanlı bir süreç olacaktı. Ben burada zor bela komployu boşa çıkarmak için kendimi yaşatmaya çalıştım” dedi. Fakat buna karşı politik-ideolojik mücadele halen devam ediyor. Öcalan, bir değerlendirmesinde “bu komplonun bir yas tutma günü değil ders çıkarma günü olması gerektiğini” vurgulayarak, şunun eklemişti: “Trajedi oyunlarında hep tekrarlanan kaderi özgürlük lehine bozmak, her acıyı katlanılır kılmaya yeterlidir. Davam ve dava arkadaşlarımla birlikte bu sefer adı gerçekliğin ta kendisi olan bir oyunu oynamada kaderin payına düşen yenilgidir.”

Bu komplo ile en başta sahte PKK’lilik yaratılmak istendi. Öcalan şahsında bir halk tutsak edilerek tüm imhaların kıskacına alındı. Bu komplo esasta histeri düzeyine varan şovenizme havadan bir paket sunarak, 20. yüzyılın ortasında arenada aslana yedirme misali, Roma oyunu hazırlanır. Bu arenaya Kürt gerçekliği atılır.

Bu komplo neden gerçekleşti, tüm dünya neden birleşip böyle bir karar almaya ihtiyaç duydu, plan nasıl yapıldı, kimler bu planda kilit rol oynadı, birbiri ile savaşan güçler nasıl oldu da yan yana geldi, ne amaçlandı bu girişimle?

Öcalan, “komplo devam ediyor” diye uyarıda bulundu. O anlamda bu sürecin öncesi ve sonrasına bakmak ve anlamak gerekiyor

BÜYÜK GLADİO KOMPLOSU

Öncelikle komplonun geniş fotoğrafına, NATO'dan başlamalı. NATO, kuruluş yasasının 5. maddesine dayanarak 1985’ten itibaren bir dizi girişimlerde bulunur. (Madde 5: Taraflar, Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldın olursa BM Yasası'nın 51. Maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak ve diğerleri ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır. Böylesi herhangi bir saldırı ve bunun sonucu olarak alınan bütün önlemler derhal Güvenlik Konseyi'ne bildirilecektir. Güvenlik Konseyi, uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve korumak için gerekli önlemleri aldığı zaman, bu önlemlere son verilecektir)

Alman devletinin aynı yıl PKK’yi ‘terörist örgüt’ ilan etmesi bu karar nedeniyledir. Öcalan, “1985’ten sonra da görünüşte Türk güvenlik güçleriyle çatışıyorduk. Bilinçli olarak bu görüntü verdirilmişti. Savaş özünde NATO Gladio’suyla yürütülüyordu” diyerek önemli bir tespitte bulunur. Ayrıca NATO destekli Gladio yapılanmasını 5 ayrı döneme ayırarak bazı konuları netliğe kavuşturur.

Buna göre NATO Gladio’sunun PKK şahsında Kürt halkına yönelimi, Kürt halkı şahsında da PKK’ye yönelimini 5 (beş) dönemde somutlaştırmak mümkün. 9 Ekim büyük komploya gidilen yol, bu aşamalardan sonra gerçekleşir.

 Kısaca hatırlatmak gerekirse:

I. DÖNEM

1970’lı yılları kapsar. Grup aşamasından 12 Eylül askeri darbesine kadar PKK’ye yönelik takip ve tasfiye amaçlı saldırıları içerir. Elbette bu dönemde yönelim MİT, Emniyet ve Jandarma gibi yapılar üzerinden yürütülmektedir. Stêrka Sor adlı örgütün Haki Karer’i şehit etmesi dönemin en önemli olayıdır. Öncesinde 1971 darbesi ve daha sonra gerçekleştirilen Maraş Katliamı da diğer önemli olaylardır. Bu dönemde Sosyalist Kürt Hareketi üzerinde gittikçe yoğunlaşan operasyonlar yürütülmüştür. “1970-1980 arası dönem operasyonların en yoğun dönemi olup 12 Eylül askeri darbesi ve solun stratejik bir darbe almasıyla sonuçlanmıştır.” [Öcalan, 5.cilt]

II. DÖNEM

Bu dönem, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden 1985 yılına kadar geçen süreyi tanımlar. “ABD Elçiliği’nin tezgâhlayanları için ‘Bizim çocuklar iyi iş başardı!’ diye takdirlerini ifade ettiği bu darbenin kısa döneme ilişkin amaç ve sonuçları bilinmektedir. Darbenin amacı başta sol güçler olmak üzere içteki tüm muhalif hareketlerin ve şikâyet odaklarının susturulması ve tasfiye edilmesi, yerine rejim anayasası gereğince küresel finans kapitalin hegemonyasına bağlanmış, ihracata (dış sömürüye açılma) dayalı bir ekonomik düzenle Türk-İslâm ideolojisine dayalı yeni bir sosyal, siyasal ve kültürel faşist sistemin tesis edilmesidir.” [Öcalan, 5.Cilt]

Bu dönemde ülkeye dönülmüş, 1984 hamlesi gerçekleşmiş, 2. Kongre ve çeşitli konferanslar yapılmıştır. Her şeyiyle zorlu ve çetin bir aralıktır bu dönem.

III. DÖNEM

En önemli dönemdir. 1985’ten Turgut Özal’ın 1993’te öldürülmesine kadar geçen süreyi kapsar. “NATO’nun kuruluş yasasının 5. maddesindeki 'Üye bir ülkeye yapılan saldırı tüm üye ülkelere yapılmış sayılır' hükmü, 1985’te uygulamaya konulmuştur. Uygulamalar Gladio kapsamında geliştirilmiştir. Uygulama merkezi Almanya’da olduğu için, PKK’nin ‘terörist örgüt’ olarak ilanı önce Alman devletince kararlaştırılmıştır. Almanya, NATO’nun Gladio merkezi ve Türkiye uzantıları ile Türk iç güvenlik güçleri KDP’yi de aralarına alarak yapılan planlama çerçevesinde yoğun bir karşı saldırı geliştirmişlerdir.” [Öcalan, 5.Cilt]

Bu dönemde PKK’ye yönelik sızmalar KDP üzerinden gerçekleştirildi. Dönemin KDP’sinin yeniden örgütlenmesini yürüten ve adına ‘Qiyade Muvaqat’ (Geçici Kumanda) denilen örgütlenmenin başı Sami Abdurrahman’dır. PKK’ye yönelik pratik tasfiye girişimlerini ve sızmaları esas olarak Sami Abdurrahman yürüttü. Kullandığı en önemli araç sahte Kürtçü KUK (Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları). Böyle bir isim olması tesadüf değildir, çünkü o dönemde PKK kendini ‘Ulusal Kurtuluşçular’ olarak tanımlıyordu. Çok sayıda PKK’li ve Kürt yurtsever bu örgüt eliyle katledilir. KUK’a biçilen rol, ne pahasına olursa olsun, PKK’nin Bingöl-Mardin hattının doğusuna geçişini engellemektir.

Çok önemli olan 3. Kongre gerçekleşir ve yine adıyla tarihe kazınacak olan Mahsum Korkmaz şehadete ulaşır. Bu dönemde savaş sertleşir. Dönemin ruhunu okuyabilenlerden biri de Turgut Özal’dır. Özal, “Kürdistan’ı kaybetmektense federal bağlarla ortak bir devlet çatısı altında bir arada tutmanın çok önemli ve halkların birlikte yaşamasının kalıcı ve kardeşçe yolu olduğuna ikna olur. İç ve dış Gladio bu yaklaşımı kendilerinin tasfiyesi olarak gördükleri için, bundan kurtulma ve çıkış yolunu T. Özal’ı tasfiye etmekte bulurlar” ve ölümü gerçekleşir.

1993 de Başkan Öcalan’ın deyimi ile olağanüstü bir yıldır. Yılın ilk aylarından itibaren Uğur Mumcu cinayetiyle başlayan büyük suikastlar vardır. Adnan Kahveci, Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in katledilmeleri, Sivas-Madımak Oteli Katliamı, Bahtiyar Aydın cinayeti, 33 askerin öldürülmesi, çok sayıda asker ve sivil yetkilinin katledilmesi sayılabilir.

IV. DÖNEM

1993-1998 dönemini kapsar. PKK üzerine büyük planlamaların da başladığı dönemlerden birdir. ABD ve İsrail desteğin başını çekmektedir. “Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, 1990 başlarında Londra’dan döndüğünde, ‘PKK’yi bastırmak için bize yeşil ışık yakıldı‛ derken aslında bu desteği kastetmekteydi. İsrail’in TC’ye bu denli destek sunması, PKK’nin Ortadoğu’daki üslenmesinden duyduğu endişe nedeniyleydi. İsrail ısrarla PKK’nin KDP güdümüne girmesini istiyordu. Kürt Hareketi’nin kendi öz gücüne dayalı, bağımsız ve özgür gelişmesini istemiyordu. Kürt Hareketi’ne tümüyle karşı değildi, PKK tarzına karşıydı. 1993-1996 arasında Türkiye-İsrail ilişkileri PKK faktörü nedeniyle en yoğun dönemini yaşadı. ABD ve İngiltere geleneksel olarak NATO Gladio’su ile Türkiye’yi kontrol ediyorlardı. Esas dayanakları Gladio’nun varlığıydı. İçte S. Demirel, T. Çiller ve E. İnönü bloğuyla anlaşarak tasfiye planlarının tüm hazırlıklarını tamamladılar. ANAP içinde de T. Özal’ı tecrit ederek iyice yalnızlaştırdılar. Türkiye’de Menderes, Özal ve Ecevit aynı yöntemle, Gladio çalışmalarıyla tasfiye edilmişlerdi. Gladio hizaya getirmek istediği kilit öneme haiz her kurum ve kişiyi bu yöntemle yalnızlaştırıp tasfiye etmede büyük deneyim kazanmıştır.” [Öcalan, 5.Cilt]

Bu dönemde barış ve siyasi çözüm yanlıları tasfiye edilirken, Kürt halkı ve PKK üzerinde de tarihin en büyük tasfiye hareketlerinden biri yürütüldü. Dört bine yakın köy yakılıp yıkıldı; milyonlarca köylü zorla, hiçbir kanuni gerekçe gösterilmeden göçertildi. Malları, eşyaları, evleri ve tarlaları talan edildi; koruculara peşkeş çekildi. Binlerce köylü, korucular, Hizbullah ve JİTEM tarafından katledildi. Çocuklar yatılı bölge okulları denilen toplu imha mekânlarında asimilasyona uğratılarak kimliksizleştirildi.

V. DÖNEM

1998’den günümüze kadar geçen süreyi kapsar. Suriye’den çıkışla başlar. Değişim ve dönüşümün en çok yaşandığı, en zorlu dönemeçlerin, kopuşların, oluşların, adımların, diplomasi ve savaşın verildiği dönem bu aralıktır. Halen günceldir. Hepsi, 9 Ekim 1998’de startı verilen komployla başladı. Öcalan “Suriye’den çıkışım NATO-Gladio operasyonuyla bağlantılıdır. Türk ordusundaki ayrışmayı ve Gladio’yu dikkate almadan bu operasyonu doğru yorumlayamayız” diyor. Öcalan komplonun 12. yılında yaptığı bir değerlendirmede, nasıl ki 1920’li yıllarda, öncesinde 1915’lerde Ermenileri önce destekleyip onları öne sürüp daha sonra Anadolu’dan tamamen tasfiye olmalarına neden oldularsa, aynı şekilde Yunanlılar nasıl önce desteklenip sonra Anadolu’dan tamamen tasfiye edildilerse, aslında 15 Şubat 1999’da gerçekleştirilen komployla amaçlanan nihai şeyin de bu olduğunu söylüyor. Öcalan, komployla amaçlanan üç şeyin varlığına dikkat çekiyor:

* Benim teslimimle PKK’nin tasfiyesi karşılığında aynı 1920’lerden Türkiye devletini kendilerine bağladıkları gibi Güney’de kendilerine bağlı, kendi denetimlerinden ve kontrollerinden çıkmayacak bir siyasal Kürt oluşumunun önü açılacaktı. Ki bu kısmen oldu.

* Ayrıca Kıbrıs’ta Yunanistan’a söz verilmişti.

* Bir de küçük Ermeni devletine verilen sözler vardı. Türkiye’ye bunlar kabul ettirilecekti.

9 EKİME NASIL GELİNDİ?

Bu süreç uluslararası sistem için neden önemliydi? Neden tüm büyük güçler işbirliğine gitmek zorunda kaldı. Bu sorulara cevap verdiğimizde 9 Ekim’e gelinen süreci de anlamış olacağız. Kısaca hatırlatalım:

* Birincisi, 9 Ekim’den çok önce devreye konulan uluslararası komplo esas olarak ABD ve İsrail ekseninde geliştirilip İngiltere, Rusya, İtalya, Alman, Fransa, Yunanistan tarafından uygulandı. En önemli amacı, yenidünya düzeni için Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesinde Öcalan, Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve Kürt halkının söz sahibi olmasını engellemekti…(İki kutuplu dünya düzeninin çökmesi ile küresel iktidarda ipleri eline geçiren ABD, Bu dönemde yazar Francis Fukuyama üzerinden ortaya atılan Neo-liberal tezlerden 'Tarihin Sonu', Ortadoğu’da hegemonya kurmak için geliştirilen Büyük Ortadoğu Projesi ve yine Samuel Huntington tarafından geliştirilen 'Medeniyetler Çatışması' tezi, bu dönemin teorik-algısal arka planını oluşturuyor. Çünkü Ortadoğu’da söz sahibi olmak ve kurumsallaşmak istiyordu ABD. Bunun önündeki en büyük engellerden birinin de Öcalan olduğu çok geçmeden anlaşıldı ve mevcut düzenin bozulmaması için bazı adımlara ihtiyaç duyuldu. Komploya böyle karar verildi. Çünkü Öcalan’ın çizgisi özgürlükçü ve demokratikti. Etkisi büyük ve değişim dönüşüm yaratıyordu. Bu da ABD’nin bölgesel politikalarına darbe demekti. Yani bir başka açıdan belirtmek gerekirse bunları gerçekleştirebilmek için sistem açısından iki alanda tedbir gerekiyordu;

- Kürdistan’da denetim sağlamaktı. PKK’nin bu anlamda kontrol altına alınması gerekliydi. Çünkü Bağdat’ta yönetim düşerse mevcut PKK duruşu Irak’ta etkili olabilir, Güney Kürdistan’a yayılabilirdi. Bunu bir demokratik Ortadoğu devrimine dönüştürebilirdi.

- Diğer yandan Filistin’de tedbir gerekiyordu. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) zayıflatılması lazımdı. Çünkü Irak yönetimine sahip çıkıyordu. 91 Körfez Savaşı’nda Saddam yönetimine destek veren tek Arap gücü FKÖ’ydü. Dolayısıyla Saddam yönetimi kendinden değil, Filistin direnişinin itibarından, onun Arap milliyetçiliğini harekete geçirme gücünden destek alıyordu.

* İkincisi, Türkiye’de 28 Şubat yaşandı. 28 Şubat süreci, Necmettin Erbakan'ın başbakan, Tansu Çiller'in dışişleri bakanı olduğu 28 Şubat 1997'de olağanüstü toplanan Türk Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve 'irticaya karşı', ordu ve bürokrasi merkezli süreç. Türkiye siyasi tarihine geçen kararlar ve bu kararların uygulanması sırasında Türkiye'de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda yaşanan değişimlere neden olan bir süreçtir, post-modern darbe olarak da adlandırıldı. Gerçekte ise içeride güç kavgaları yaşanmaktadır. 28 Şubat süreci, Erbakan Hükümeti’nin düşürülüşü ve en son Bülent Ecevit’in hem kişisel hem de hükümet olarak tasfiyesi, bu sürecin belirgin aşamaları olarak sıralanabilir. AKP’yi böylesi aşamaların tüm iç ve dış unsurlarının bir düzenlemesi olarak değerlendirmek büyük önem taşır. Bu, Türkiye çağdaş tarihinin Cumhuriyet hamlesi kadar önemli bir hamledir; o ayarda bir dönüşümün adıdır. Nasıl ki CHP Tanzimat, Birinci ve İkinci Meşrutiyet ve Ulusal Kurtuluş sürecinin merkezi devlet partisiyse AKP de aynı süreçlerde çoğunlukla muhalif kalmış, Abdülhamit rejimiyle uzlaşmış, Alman hegemonyasına karşı İngiltere hegemonyasını esas almış, laik ulusçuluğa karşı İslami milliyetçiliği geliştirmiş, Siyonist milliyetçiliğe karşı Karaim Yahudi evrenselciliğiyle ittifak kurmuş, ordunun 12 Eylül darbesinde desteklediği Türk-İslâm ideolojisini kendine destek yapmış, bizzat ordunun 28 Şubat süreciyle radikal millici Necmettin Erbakan’ın partisini parçalaması sonucu hayat bulmuş uzun bir sürecin merkezi ulus-devlet partisidir. Deniz Baykal önderliğindeki CHP’nin ana muhalefet partisi olması karşılığında, Recep Tayyip Erdoğan’ın önderliğinde kurulmuş stratejik hegemonik bir parti kimliğiyle yeni dönem Yeşil Türk faşizminin inşa edici ve yürütücü gücü olarak, uzun bir tarihi geçmişe dayanan, hegemonik iç ve dış güçlerin desteğini arkasına alarak iktidara oturmuş bir partidir.

* Üçüncüsü, tasfiye planı 90’lı yıllarda PKK’nin ‘terörist örgüt’ olarak kabul edilmesiyle Almanya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerindeki PKK’lilere yönelik yoğun bir tutuklama furyası başlatılarak verilmişti. 1994'te dönemin ABD Başkanı Bill Clinton, Öcalan daha Şam’dayken Suriye’ye giderek Hafız Esad’la görüştü. 21 yıl aradan sonra ilk defa bir ABD Başkanı’nın Suriye’ye gitmesi, ziyaretin önemini gösterdi. 4 saat süren bu görüşmenin 3 saatlik bölümünde sadece Öcalan konuşuldu. Bu görüşmede Öcalan’ın ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin tasfiyesinin ayakları örülmeye başlandı.

ÖCALAN’A SÜİKAST PLANI

Komplonun devreye konulmasından önce atılan ilk adım ise Öcalan’a yönelik suikast planıydı. Bu amaçla 6 Mayıs 1996’da, Öcalan’ın Şam’da kaldığı evin yakınında bir ton C4 patlayıcı yüklü bir araç patlatıldı. Ancak Öcalan bu suikasttan kurtuldu. Öcalan’ın Suriye’de sıkıştırılmasıyla birlikte komplonun Yunanistan ayağı örüldü. 9 Nisan 1996'da Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis ile ABD Başkanı Bill Clinton, Beyaz Saray’da gizli bir görüşme gerçekleştirdi. Bu görüşmede Öcalan’ın tasfiyesi için işbirliğini kabul eden Simitis, ABD’nin politikalarını destekleyeceği sözünü verdi. Komploda yer almayı kabul eden Yunanistan, Öcalan’ı Türkiye’ye karşı kullanarak, Kıbrıs ve Ege Adaları konusunda Türkiye’den tavizler koparmayı amaçlıyordu.

Simitis-Clinton görüşmesinin ardından KDP lideri Mesud Barzani, Ankara’ya çağrıldı. Ardından Barzani ile YNK lideri Talabani birlikte Washington’a davet edildi. 17 Eylül 1998’de, KDP, YNK ile ABD arasında Washington Kürt Otonomi Antlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile PKK’ye karşı geliştirilen tavrın ve Öcalan’ın tasfiyesinin Kürt ayağı da tamamlanmış oldu. Bu görüşmelerle birlikte Kürt halkına ve PKK’ye karşı uzun hazırlıklar sonucunda devreye konulan uluslararası komplonun startı 9 Ekim 1998'de verildi.

1 EYLÜL 1998 ATEŞKESİ

Halbuki Öcalan, 29 Ağustos 1998'de MED TV'de yayınlanan basın toplantısına telefon bağlantısıyla katılarak tek taraflı ateşkes ilan etmişti. Buna göre 1 Eylül 1998’de ateşkes devreye girdi. İşin ilginç yanı bu ateşkese gidilen süreçte istek bizzat Türk Genelkurmayı'ndan gelmişti. Ateşkesi isteyen askeri kanattır. Buna cevap olumlu olur fakat sonraki gelişmeler ordu içindeki çekişmeyi de gösterir. Bu ateşkesin ilan edilişinin ayrıca tarihsel arka planı ve siyasi sebepleri de vardır. Öcalan bir yandan da bunu hesaplamaktadır. Çekiç Güç operasyonu (Körfez Savaşı'ndan sonra, Kürtleri Saddam Hüseyin'in saldırılarından korumayı amaçlayan, Amerika Birleşik Devletleri öncülüğünde savaşa katılan diğer müttefik ülkelerin de dahil olduğu ve Türkiye üzerinden gerçekleştirilen askeri harekata 'Huzuru Temin Harekatı' denildi. Bu harekatı uygulayan hava birliğinin adı olan 'Poised Hammer' -Kalkık Horoz- yanlış bir biçimde 'Çekiç Güç' adıyla Türkçeye tercüme edildi. Uzun yıllar Türkiye'de yaygın biçimde bu harekatı ve 1997-2003 arasında bu harekatın devamı olan Kuzeyden Keşif Harekatı'nı uygulayan Birleşik Görev Gücü'nün -Combined Task Force- yerine kullanıldı. Bu anlamda Çekiç Harekatı, Mayıs 1997'de başlayan ve Türk devletinin PKK'ye yönelik gerçekleştirdiği askeri operasyondur. Türk ordusunun Güney Kürdistan'a yaptığı 200 bin asker ve korucunun katıldığı en kapsamlı operasyonlardan biridir. Türk hükumeti, Birleşmiş Milletler sözleşmesinin 51. maddesindeki meşru müdafaa hakkını kullanma bahanesiyle 1992-1997 arasında PKK’ye yönelik yoğun tasfiye girişimlerinde bulundu. Mayıs 1997'de başlayıp 2,5 ay süren Çekiç Harekatı Güney'e düzenlenen harekatlar içinde katılan personel sayısıyla en kalabalık ve kapsamlı olanıdır) ABD ile Türkiye’nin NATO düzeyinde geliştirdiği bir ittifaktı. Güney Kürdistan hava sahasını korumaya, Güney Kürdistan’daki PKK varlığını yok etmeye dayanıyordu. Böylece Güney Kürdistan’ın hava sahası Irak’a kapatıldı ama Türk savaş uçaklarının saldırısına açıldı. KDP, YNK yeniden örgütlendirilerek PKK’ye alternatif bir liderlik/hareket olarak geliştirilip yeniden örgütlendirilen bu güçlere 92 Ekim’inde bir yönetim kuruldu. Bu temelde bir yandan alternatif bir Kürt liderliği güçlendirilmeye çalışılırken diğer yandan da ABD’nin desteği temelinde Türk ordusunun kuzeyde ve güneyde yürüttüğü saldırı ve operasyonlarla PKK zayıflatılmaya çalışıldı. Gelişmesi engellenmek, Güney'e girmesi, Güney'de hakim hale gelmesi önlenmek, ortaya çıkan askeri gücü darbeleyerek zayıflatmak istendi. 90’lı yıllarda Doğan Güreş’ten başlayarak PKK’yi imha amaçlı kuzeyde ve güneyde geliştirilen askeri saldırıların hepsi, desteğini NATO’dan aldı. Siyasi desteği de, askeri desteği de NATO verdi. NATO silahlarıyla savaştılar. En ufağından en büyüğüne kadar bütün verileri NATO’dan aldılar.

PKK, bu durumu aşmak için 93’ten itibaren yeni bir stratejik sürece girdi, siyasi çözüm arama süreci; ateşkes öyleydi. Kendini Kürt sorununun siyasi çözümünü gerçekleştirecek bir yapılanmaya, değişime uğratmak istedi. Fakat böyle bir değişim sürecini PKK’nin zayıf bir dönemi olarak değerlendirerek, bu yanılgılı düşünce üzerinden ezme, imha etme operasyonlarını daha fazla dayattılar. 93-94’te geliştirilen saldırılar ateşkesin PKK’de yarattığı etkiye dayanarak PKK’yi ezip imha edebiliriz, yenilgiye uğratabiliriz hesabıyla/amacıyla geliştirilen saldırılardı.

Bu saldırılara karşı PKK’nin direnişi 90’lı yıllar boyunca sürünce yeni bir durum ortaya çıktı. Öcalan, onu 'pata durum' olarak değerlendirmişti. Ne zafer ne de yenilgi durumu. Ne TC zafer kazanabildi ne de PKK. Ne TC yenildi ne de PKK. Dolayısıyla çözümü başka yerde aramak gerekiyordu. O da siyasi çözüm arayışıydı.

Öcalan, 1 Eylül 1998’de böyle bir çözümün önünü açmak, PKK’yi de böyle bir çözümü yürüten hareket haline getirmek amacıyla üçüncü tek yanlı ateşkesi ilan etti. İşte ona tekrar 93-94’te olduğu gibi imhacı güçler tarafından bu sefer uluslararası komplo saldırısı dayatıldı. PKK, eski yapıyla sürdüremiyor, kendisini henüz değiştirememiş, güç kazanamamış, zayıf bir durumdadır, saldırırsak ezeriz, tasfiye ederiz umuduyla bu uluslararası komplo dayatıldı.

ATEŞKESE TEPKİLER!


Bu ateşkese tepkiler farklı oldu. Türk Başbakan Mesut Yılmaz şöyle yanıtladı: "Eğer Türk devleti ile savaşmakta çaresizliğini anlayıp da teslim olmak için bir adım atıyorsa ben bunu olumlu görürüm. Devamının gelmesini bekleriz. Ama eğer kendine Avrupa'da siyasi platformda yer kazanmak için bir oyun peşindeyse boşunadır. Hiçbir zaman muhatap alamayız."

En sert açıklama ise yine ateşkesi isteyen Türk ordusunda geldi. Türk Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, 16 Eylül'de Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde Suriye'ye hitaben şöyle konuştu: "Bazı komşularımız bizim iyi niyetimizi, gösterdiğimiz yakınlığı yanlış değerlendirmişlerdir. Şunu açıkça söylemek istiyorum: Türk milleti artık bu konuda göstereceği iyi niyetin sonuna gelmiştir. Sabrımız tükenmek üzeredir. Sabrımızı taşırmasınlar."

Türk Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1 Ekim'de Meclis'in açılış konuşmasında, "Tüm uyarılarımıza ve barışçı açılımlarımıza rağmen hasmane tutumdan vazgeçmeyen Suriye'ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kere daha tüm dünyaya ilan ediyorum" dedi.

HÜSNÜ MÜBAREK DEVREDE

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, 6 Ekim'de Türkiye'yi ziyaret ederek arabuluculuk girişiminde bulundu ve Türkiye bunu kabul etti. Mısır Dışişleri Bakan Amr Musa, 12 Ekim'de Ankara'ya gelerek Süleyman Demirel'e Suriye Devlet Başkanı Hafız Esed'in mesajını iletti. Suriye’den çıkartılmada en çok rolü Hüsnü Mübarek yönetimi oynadı. Türkiye’ye tehdit ettirdiler ama esas Hafız Esad yönetimini korkutan orasıydı. 19 Ekim'de Adana'da yapılan Türkiye-Suriye görüşmesinin sonucu "Öcalan şu andan itibaren Suriye'de değildir ve kesinlikle Suriye'ye girmesine izin verilmeyecektir" hükmünü de içeren mutabakat metni imzalanıp 20 Ekim'de açıklandı.

ÖCALAN’IN DİLİNDEN ÇIKIŞ

Öcalan, Suriye’den çıkışını yazdığı savunmaların son cildinde ilk defa detaylı bir değerlendirme ve bilinmeyen yönlerini paylaştı.

Türk ordusundaki ayrışmayı ve Gladio’yu dikkate almadan bu operasyonu doğru yorumlanamayacağını ifade etti: “Genelkurmay Başkanları İ. Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu başkanlık dönemlerinde sanıldığı kadar her şeye hâkim değildiler. İkisi de Kürt sorununda Eşref Bitlis’in yaklaşımına daha yakın durmaktaydılar. Savaşın Kürtlerin toptan tasfiyesine yöneltilmesini hem doğru hem de mümkün görmüyorlardı. Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in başlatmak istedikleri barış ve siyasi çözümü hem yurtseverliğin gereği sayıyor hem de klasik savaş anlayışına daha uygun buluyorlardı. Sakıp Sabancı da bu çizgiyi TÜSİAD içinde savunan kesimi temsil ediyordu. MİT içinde Kontrgerilla Daire Başkanı Mehmet Eymür ile Emniyet Teşkilatından Hanefi Avcı’nın yaklaşımı da aynı çizgi paralelindeydi. Bu ekip Susurluk olayını da değerlendirerek savaş lobisine karşı bir hamle yapmıştı. Karşı ekibi veya Gladiocu kanadı esas olarak Doğan Güreş ve Çevik Bir temsil ediyordu. Sakıp Sabancı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’na yönelik suikast girişimlerini bu ekip yönlendirmişti. Ayrıca daha önceleri başta Turgut Özal ve Eşref Bitlis olmak üzere devlet içinde bazı kişileri tasfiye etmeyi amaçlayan çok sayıda suikastı da aynı ekibin selefleri, daha önceki uzantıları gerçekleştirmişlerdi. 1990’da Genelkurmay Başkanlığı sırası ordu teamüllerine göre Muhittin Fisunoğlu’na gelmişti. Doğan Güreş kural dışı biçimde Genelkurmay Başkanlığı görevine getirilince aralarındaki çatlak büyüdü. Diğer ekip ordu içinde iki PKK sempatizanı askerle Doğan Güreş’e zehirli çayla suikast girişiminde bulundu. Bu girişim tam başarıya ulaşmadı. İmralı’da özel askeri savcı bu konudaki kararı kimin verdiğini sorunca, iki askerin PKK sempatizanı olduğunu, olaydan sonra kaçıp gerilla saflarına katıldıklarını ve şehit olduklarını söylemiştim. Asıl kararın ordu içinden verildiğini tahmin ettiğimi belirtmiştim. Bu yöndeki soruşturma böylelikle kapanmıştı. Ordu içinde bu nitelikteki çelişki 20. yüzyılın başına, hatta daha öncelerine kadar uzanır. Sultan Abdülhamit’in (hatta Sultan Abdülaziz’in) düşürülüşünden Mustafa Kemal’e suikasta, 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’e karşı düzenlenen komployla başlayan ve 18 Kasım 1937’de Seyit Rıza’nın komployla idam edilmesine kadar giden Kürtlere yönelik soykırım uygulamalarına, Serbest Fırka’nın kapatılmasından (1930) İnönü’nün başbakanlıktan düşürülüşüne (1937), 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden 28 Şubat 1997’deki postmodern darbeye ve en son 2000 sonrası darbe hazırlıklarına kadar geçen yaklaşık yüzyıllık süredeki tüm benzer olaylarda aynı çizgi çatışması vardır."

YUNANİSTAN’A GİDİŞ

Öcalan Suriye’den çıkış ve etkilerini, yaşananları bir bir şöyle anlatıyor: “Suriyeliler 9 Ekim’de içinde bulunduğum uçak Atina’ya indiğinde rahatlamışlardı. Atina’ya indiğimde karşıma Kalenderidis çıktı. Kalenderidis uzun süre Türkiye’de de kalmış olan NATO’da görevli bir subaydı. Aynı görevi İsveç’te de sürdürmüştü. Yunan Gladio’sundan olma ihtimali vardı. Oldukça dost görünüyordu. Aramızda ilginç bir kurye de vardı. Bazı NATO belgelerini bana sızdırmıştı. Güven yaratmak için de böyle davranmış olabilir. Kendisi beni aynı havaalanında bir odada bekleyen havacı general ve İstihbarat Şefi Stavrakakis’in yanına götürdü. Stavrakakis, âdeta Nuh der peygamber demez bir tavırla, geçici bile olsa Yunanistan’a giriş yapamayacağımı söyledi. Sözleştiğimiz dostlar ortalıkta yoktu. Akşama kadar didiştik. Tesadüfen devreye Moskova’daki ilişkimiz Numan Uçar girdi.

 

MOSKOVA’YA GİDİŞ

Bir Yunan özel uçağıyla yönümüzü Moskova’ya çevirdik. Liberal Demokrat Parti Başkanı Jirinowski’nin yardımıyla Moskova’ya inmeyi, o sırada ekonomik kaos yaşayan Rusya’ya giriş yapmayı başardık. Fakat bu sefer karşımıza Rus İç İstihbarat Şefi çıktı. O da Nuh der peygamber demez havasındaydı. O koşullarda Rusya’da kalamazdık. Yaklaşık otuz üç gün sözde gizli kaldım. Yanında kaldıklarım ve benimle ilgilenenler Yahudi kökenli siyasilerdi. Dürüst olduklarına inanıyordum. Beni gerçekten gizlemek istiyorlardı. Ama bu yöntemi doğru bulamazdım. Bu süre içinde hem İsrail Başbakanı A. Şaron, hem de ABD Dışişleri Bakanı M. Allbright Rusya’ya gelmişlerdi. Rusya’da Pirimakov başbakandı. Hepsi de Yahudi kökenliydi. Ayrıca dönemin Türkiye Başbakanı Mesut Yılmaz da devredeydi.

Sonunda Mavi Akım Projesi ve on milyar Dolarlık IMF kredisi üzerinde anlaşarak Rusya’dan ayrılmamı sağladılar.

Moskova’yı hemen tercih etmem, ‘Ne de olsa yetmiş yıllık bir sosyalizm deneyimi yaşadılar; ister çıkarları ister enternasyonalist tutum gereği olsun, beni rahatlıkla kabul ederler‛ inancından kaynaklanıyordu. Sistemin çöküşüne rağmen moral açıdan bu kadar düşmüş olabileceklerini beklemiyordum. Liberal kapitalizmden çok daha kötü bir bürokratik kapitalizm çöküntüsüyle karşı karşıyaydık. En az Atina’daki dostlar kadar Moskova’daki dostların tutumundan da hayal kırıklığına uğradık. Daha doğrusu, kurulu dost ilişkilerinin pek güvenilir olmadığı açığa çıkmıştı.

ROMA’YA GİDİŞ

Üçüncü rotamız yine tesadüfen Roma ilişkilerinden yararlanma temelinde oldu. Kısa süre önce ilişki kurduğumuz Komünist Parti-Yeniden Yapılanma’dan iki dost milletvekilinin yardımıyla Roma macerasına başladık. Bu sefer İtalyan istihbaratının senaryosuyla bir bölümü hastanede geçen altmışaltı gün sürecek Roma günlerimiz başladı. Dönemin Başbakanı Massimo D’Alema’nın tavrı dürüst ama yetersizdi. Siyasi güvenceyi tam verememişti. Durumumuzu yargıya terk etti. Buna öfkelenmiştim. İlk fırsatta İtalya’dan çıkma kararlılığındaydım. D’Alema son demecinde, İtalya’da dilediğim kadar kalabileceğimi belirtmişti. Ama bu bana zoraki bir tavır gibi geldi. Bu arada yanılmıyorsam ortak bir Arap girişimi oldu. Açıklamadıkları bir yere götürmek istediklerini söylediler. Resmiyeti ve güvencesi olmadığından kabul etmedim.

Rusya’ya ikinci sefer gidişim hataydı. Ama bu hatada Numan Uçar’ın laçka tavrının rolü vardı. Bu kişinin içyüzünü halen tam bilemediğim tavrına güvenerek yola çıktım. İçyüzünü bilseydim kesinlikle Roma’dan çıkış yapmazdım. Yanıltılmıştım.

(6 Ocak 1999 günü Roma’dan ayrıldı. Öcalan’ın İtalya’da kaldığı 66 gün içinde Kürt sorunu ve PKK Avrupa’nın temel gündemi olmuş, çözüm amaçlı birçok girişim de gündeme gelmişti. Ancak İtalya, içeride sağ muhalefetin dışarıda ise ABD ve Türkiye’nin yoğun baskıları karşısında geri adım atmıştı. Bunun üzerine yeniden alternatif ülke arayışları başlamıştı. Öcalan’ın “Varlığımız Avrupa’ya ağır gelmiştir” sözleri, rotanın Avrupa ülkesi olmayacağını da göstermekteydi. Böylelikle rota 66 gün önce terk edilen Rusya’ya yeniden çevrildi. Öcalan, 16 Ocak’ta Champigno Havaalanı’ndan özel bir uçakla Roma’dan ayrıldı)

TACİKİSTAN’A GİDİŞ

D’Alema’nın özel uçağıyla NATO sahasından çıktığımda derin bir oh çektiğimi hatırlıyorum. Fakat bu çıkış yağmurdan kurtulayım derken doluya tutulmak gibi bir şeydi. Bu sefer Rus İç İstihbaratı beni gidişin Ermenistan’a olacağına ikna ettikten sonra havaalanına götürdü. Sanırım hazırlanan senaryo gereği havaalanında Ermenistan işinin yattığını, istersem bir haftalığına Tacikistan’a gidebileceğimi, bu bir hafta içinde alternatif yaratabileceklerini söylediler. Beni bir nevi aldatarak bir kargo uçağıyla Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’ye indirdiler. Bir hafta hiç çıkmadan bir odada bekledik.

TEKRAR DÖNÜŞ

Moskova’ya tekrar döndük. Mecburen tekrar Yunanlı dostlara başvurduk. İki gün içinde hayli maceralı, karlı soğuk bir Moskova gününden sonra yönümüzü tekrar Atina’ya çevirdik. Hatırladığım kadarıyla bu sefer tam anlamıyla Olympos tanrılarının oyunlarına geldiğimi kendi kendime fısıldar oldum. Tam da bu tanrı hayaletlerinin arasında bulunuyordum. Özellikle Hades aklıma düşmüştü. Havaalanının VIP salonundan giriş yaptım. Giriş yapmamla Cehennem Tanrısı Hades’in amansız takibinin başlaması bir oldu. Dostum Nagzakis’in eski çağın büyücü kadınlarına benzeyen kaynanasının epey dağınık evinde bir gece kalabildim. Kadına ‘Pangalos ne yapar?‛ diye sormuştum. ‘Seçimlerde kullanır‛ derken, çağın gerçeklerinden ne denli kopuk olduğunu anlatır gibiydi. Bana biraz da eski soylu ama çok güçsüz bırakılmış Yunan halk gerçeğini anımsattı. O geceden sonra bir nevi ölüm kampına doğru gidiş başladı. Tümüyle Hades devredeydi. Söylenen ve yapılan her şey sahteydi.

ATİNA'YI TERK

Dürüst unsurlar yok muydu? Vardı, fakat hepsi modernite canavarı karşısında çaresizdi. Afrika’ya doğru yola çıkışta bu sefer Mandela figürü etkili oldu: Moskova’ya doğru yola çıkışta Lenin figürünün etkili olması gibi. Güya Güney Afrika’ya gidecek, hem sağlam diplomatik ilişki kuracak hem de resmi geçerli pasaport alacaktım. Yunan devleti sahtekârlığı bu oyunda da başarılı olmuştu. Aslında tarih boyunca Yunan halkının demokrasisinin bu sahtekâr tarafından hep aldatıldığını ve büyük trajedilere duçar edildiğini bilerek yaklaşmalıydım. Dostluklara çocuk saflığıyla inanmam bu tavrımda etkili oldu. Yunanistan’dan çıkış sırasında her iki havaalanına gidişte içinde olduğum arabanın şoförleri ayıkıp kendime gelmem ve gitmemem için yoğun çaba harcadılar.

GLADİO UÇAĞI

Büyük bir komplonun yürürlükte olduğunu belirtmek için ellerinden geleni yapma dürüstlüğünü gösterdiler. Muhtemelen onlar da alt düzey istihbarat memurlarıydı. Birincisi arabayı uçağa çarptırarak gidişi engelledi. İkincisi ise arabayı gizli geçmemiz gereken havaalanına yakın yerde yedi sefer dakikalarca bozulmuş süsü vererek durdurdu. Verilen sözlere o kadar güvenmiştik ki, hiç ayıkmadım. Tersine, bir an önce kaderde ne varsa görmek için aceleyle gitmek istiyordum. Bindiğim uçak Gladio’nun gizli operasyonlarda kullandığı bir araçtı. Yalnız ondan önce bir de Minsk seferimiz vardı. Nairobi’ye gitmeden önce Minsk üzerinden Hollanda’ya geçiş yapacaktım. Yine özel uçakla Minsk’in dondurucu soğuğu altında iki saatten fazla bekledim. Beklenen uçak gelmedi. Beyaz Rusya havaalanı polisleri uçağı dakikalarca kontrol ettiler. Bir ihtimal ve belki de son fırsat olarak beni Minsk Havaalanına bırakacaklardı. Gerisi Beyaz Rusya yönetiminin insafına kalmıştı. İlginç olan odur ki, o sırada Türk Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin de Minsk’e bir ziyarette bulunmuştu. Beklenen uçak gelmeyince, güya son fırsat da kaçmış oldu. Geriye dönüş bir nevi ‘beyaz ölümdü’.

KENYA’YA VARIŞ

Gladio uçağı, Akdeniz üzerinden süzülürken, sonraki yorumumla bu gidişi Yahudi soykırımında kurbanların tren seferleriyle taşınmasına benzetmiştim. Şahsımda bir halka uygulanan soykırım rejiminin en kritik dönemine girilmişti. NATO’nun gizli ve gerçek yüzünü bu seferler sırasında gördüm. Minsk’ten dönerken, uçağın herhangi bir Avrupa havaalanına inmemesi için yirmi dört saatlik alarm verilmişti. Anlaşılıyor ki, o dönemde tek isyankâr devlet olan Beyaz Rusya’nın Minsk Havaalanı dışında inişi kabul edecek tek bir havaalanı bırakılmamıştı.

NAİROBİ'DEKİ CEHENNEM

Nairobi’deki cehennemde önüme üç yol konulmuştu:

* Birincisi, uzun süre emre itaatsizlikten çatışma süsü verilmiş bir ölüm;

* ikincisi, CIA’nin bir dediğini iki etmeden emrine girmem ve teslim olmam;

* üçüncüsü, çoktan hazırlanmış Türk özel savaş timlerine teslim edilmem.

Nairobi’deyken yanımda bulunan kişilerden Dilan tedirgin bir ruh hali içindeydi. Düşüncelerini tam açıklasaydı ve sivil toplum örgütlerini harekete geçirebilseydi, belki de komplo kısmen bozulabilir veya boşa çıkarılabilirdi. Kendisinin bir tabancayla kendimizi savunmayı önermesini yadırgamıştım. Bu bizim ve benim için intihar demekti. İntihara niyetim yoktu. Israrla silahı üzerimde taşımam için son ana kadar etrafımda fır dönüyordu. Silah üzerimde olsaydı ve çekmeye çalışsaydım, bu tavır kesinlikle ölüm demek olacaktı. Daha sonra sorgulama sırasında, silah kullanmam halinde vur emri olduğu söylenmişti. Elçilikten çıkmamın da ölüm demek olduğunu söylediler. En akıllı tavrı aldığımı belirttiler. Ne kadar doğruyu söylediler, bilemeyiz. On beş günlük Nairobi sürecinde Büyükelçi Kostulas’ın tavrı anlaşılmaya değer. Acaba kullanılmış mıydı? Yoksa çok önceden planın bir parçası olarak mı hazırlanmıştı? Kendim bunu çözemedim. Teslim edilmemden önce kendi ikametgâhı olan eve hiç gelmedi. Elçilikten bir nevi zorla çıkarılmak istenmem yüzünden Nairobi zebanisine biraz sert çıkıştı. Ama bu tavrı sahtekarca da olabilir. Bu sefer de güya Hollanda’ya gidiş için Pangalos izin çıkarmıştı. Buna pek inanmamıştım. Çünkü Yunan özel timleri evden çıkmamam halinde zorla saldırıp çıkarmak için pusuda bekliyorlardı. Kenya polisi de aynı şeyi yapmaya hazırlanmıştı. Tabii Güney Afrika Cumhuriyeti’ne gidiş çoktan bir aldatılış öyküsü olarak kalmıştı. Kiliseye, BM’ye sığınma gibi öneriler hep kuşkuluydu. Çıkmamakta diretmiştim.

NATO OPERASYONU

9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadarki dört aylık süreç müthiş geçmişti. Dünya hegemonu ABD dışında hiçbir güç bu süreçte bu dört aylık operasyonu düzenleyemezdi. Türk özel savaş güçlerinin (Bu güçlerin başkanı General Engin Alan’mış) bu süreçteki rolü sadece beni uçakla İmralı’ya, o da kontrollü olarak taşımaktı. Süreç kesinlikle NATO tarihinin en önemli operasyonunun gerçekleştirildiği bir süreçti. Bu o kadar açıktı ki, gidilen yerlerde hiç kimse aykırı bir tavır sergileyemiyordu. Sergileyenler anında etkisizleştiriliyordu. Büyük Rusya bile çok açık bir biçimde etkisizleştirilmişti. Yunanlıların tavrı zaten her şeyi açıklamaya yetiyordu. Roma’da kaldığım evin içinde ve dışında alınan güvenlik tedbirleri durumu oldukça açıklayıcıydı. Tutsaklığa özgü olağanüstü tedbirler almışlardı. Dışarıya adım bile attırmadılar. Özel güvenlik timleri odamın kapısına kadar her yeri yirmi dört saat kontrol altında tutuyorlardı. D’Alema Hükümeti sol demokrat bir hükümetti. D’Alema tecrübesizdi, kendisi yalnız başına karar alamadı. Tüm Avrupa’yı dolaştı. İngiltere ona kendi öz kararını alması gerektiğini belirtti; kendisine pek dayanışma göstermedi. Brüksel’in tavrı net değildi. Sonuçta yargıya havale edildik. Bu tavırda Gladio’nun etkisini görmemek mümkün değildi. Zaten İtalya Gladio’nun en güçlü olduğu ülkelerden biriydi. Berlusconi tüm gücünü harekete geçirmişti. Kendisi Gladio’nun adamıydı. İtalya’nın beni kaldıramayacağını bildiğim için ayrılmak zorunda kalmıştım. Tabii Türkiye bunun karşılığında ABD ve İsrail’in en güvenilir ama en uydu ülkesi haline getirilmişti. Çılgınca küreselleştiği iddia edilen süreç aslında Türkiye’nin küresel finans kapitalizmine peşkeş çekilmesi öyküsünden başka bir şey değildi. Irak’ın işgal senaryosu da benim teslim edilmemle sıkı sıkıya bağlantılıdır. İşgal aslında bana yönelik operasyonla başlatılmıştır. Aynı husus Afganistan’ın işgali için de geçerlidir. Daha doğrusu, Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilişinin kilit adımlarından biri ve ilki bana yönelik olan operasyondu. Ecevit’in 'Öcalan’ın niçin teslim edildiğini bir türlü anlamadım‛ demesi boşuna değildi. Birinci Dünya Savaşı nasıl Avusturya Veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından vurulmasıyla başlatıldıysa, bir nevi ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ da bana yönelik operasyonla başlatılmıştı. Operasyondan sonraki süreci anlamak için operasyon öncesinde ve sırasında olup bitenleri iyice anlamak gerekir. ABD Başkanı Clinton, Suriye’den çıkarılmam sorununu görüşmek için Başkan Hafız Esad’la biri Şam’da, diğeri İsviçre’de toplam dört saatten fazla süren iki toplantı yaptı. Hafız Esad o görüşmelerde konumumun önemini fark etti. Sürece yaymayı kendisi açısından daha uygun gördü. Geçici bile olsa Suriye’den çıkmam konusunda bir talepte bulunmadı. Beni Türkiye’ye karşı iyi bir dengeleyici unsur olarak sonuna kadar değerlendirmek istiyordu. Ben ise Suriye’yi stratejik tavır almaya zorladım. Ama gücüm veya durumum bunu başarmaya elvermiyordu.

İRAN SEÇENEĞİ

 İran’da olsaydım belki de stratejik bir ittifak geliştirilebilirdi. O konuda da ben İran’a güvenemiyordum; geleneksel tavırlarından (Simko ve Qasimlo cinayetleri ve bunun gibi komplolar, Med Kralı Astiyag’ın Harpagos tarafından düşürülüşü- ne kadar eskiye giden oyunlar) çekiniyordum. Clinton ve ilişki içinde olduğu Irak Kürt liderleri Suriye’de bulunmamı kendi stratejik amaçları için uygun görmüyorlardı. Çünkü Kürdistan ve Kürtler giderek kontrollerinden çıkıyordu.

İSRAİL ETKİSİ

İsrail de bu durumdan çok rahatsızdı. Kürdistan’daki gelişmelerin seyri ve Kürtlerin kontrolünün ellerinden çıkması onlar için kabul edilemez bir durumdu. Kürdistan’ı kontrolleri altında tutmak, özellikle Irak’la ilgili planları için hayati rol ifade ediyordu. Mutlaka ayrılmam ve bağımsız Kürt kimliği ile özgürlük çizgisine son vermem dayatılıyordu. Bizim varlık nedenimiz ise partimiz ve özgürlük çizgisiydi. ABD ve İngiltere 1925’ten beri Türkiye’ye verdikleri sözü (Irak Kürdistan’ına dokunmamak şartıyla Türkiye Kürdistan’ını feda etmek) tutmak durumundaydılar. Türkiye bu temelde NATO’ya girmiş, kendisiyle bu temelde Kürt sorunu üzerinde anlaşmışlardı. Konumumuz ve stratejimiz, geleneksel ve güncel olarak büyük önem arz eden Ortadoğu’daki bu dengeyi ve hegemonyayı tehdit ediyordu. Ya bu hegemonyanın yörüngesine girecek ya da tasfiye edilecektik. Türkiye Cumhuriyeti 1925’ten beri bu hegemonik güçlerle yaptığı antlaşmaları (1926’da Musul-Kerkük konusunda anlaşma, 1952’de NATO’ya giriş, 1958 ve 1996’da İsrail’le yapılan anlaşmalar) Kürtleri tarihten silme temelinde kullanmak istiyordu. Laik milliyetçi pozitivist ideoloji bu imkânı veriyordu. Cumhuriyet kadrosu buna inandırılmıştı. Bu aslında tarihsel Türk-Kürt ilişkilerinin ruhuna ve ittifakına çok aykırı bir durumdu. Ama İsrail’in kuruluş hesapları nedeniyle sistemin yapamayacağı çılgınlık yok gibiydi. Beyaz Türk gerçeği denilen yapay ideoloji, kadro ve sınıf oluşumu bu temelde inşa edilmişti. Ayrıca PKK bu oluşuma öldürücü darbe vurmuştu. Çünkü Kürt kimliğinin kabulü ve özgürlüğünün tanınması bu oluşumun inkârı anlamına geliyor, en azından bu ölümcül politikaların terk edilmesini gerektiriyordu. İsrail’le yapılan antlaşmalar bu oluşum için hayati anlam ifade eder. Zaten Türk ulus-devleti Proto İsrail olarak inşa edilmişti. KDP bağlamında da benzer bir Beyaz Kürt oluşumu inşa edilmeye çalışıldı. Aynı merkez hem Türklerde hem de Kürtlerde benzer ama aralarında çelişkiler bulunan iki güç yaratmayı varlıkları için (ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Batının Ortadoğu’daki hegemonik çıkarları ve İsrail’in güvenliği için) hayati önemde görmekteydiler. Kendilerine bağlı ama aralarında hep problemler olan bu iki güç bağlamında bölgedeki çıkarlarını kollamak son derece akıllıca bir politikaydı. PKK’nin çıkışı, tarihsel olduğu kadar güncel geçerliliği de olan bu oyunu bozuyordu. 1993 ve 1998’deki çözüm ve barış imkânının doğması bu oyunun sonu demekti. Onun için bu tarz bir çözüme müsaade edilmedi. Büyük suikastlar ve komplolar düzenlendi. PKK’nin Kürtleri denetim altından çıkarıp başta Türkler olmak üzere diğer toplumlar ve devletlerle barıştırması, bu güçlerin Ortadoğu’daki hegemonik oyunları ve çıkarlarının devamı açısından stratejik bir darbeydi. Gerekçelerini daha da kapsamlı biçimde sıralayabileceğimiz bu hususlar, 1998 komplosunun neden büyük ve stratejik amaçlı olduğunu yeterince kanıtlamaktadır. Clinton o dönemde Ortadoğu’daki hegemonik hamleye büyük önem veriyor ve Türkiye’nin rolünün bundaki önemini hep vurguluyordu. Özel Danışmanı General Galtieri bana yönelik operasyonu Clinton’ın emriyle yönettiklerini bizzat açıklamıştı."

MUTLAK TECRİT ALTINDA

Bu gelişmeler sonucu Kürt Halk Önderi Öcalan Türkiye’ye teslim edildi. Bugün insanlık dışı bir tecritte tutulmaya devam ediyor. Hiçbir hukuk sisteminde geçerli olmayan şartlarla mücadele ediyor.

Öcalan komplo ve derinliğini tahmin etmemiş miydi 9 Ekim öncesi? Neden Kürdistan dağlarına ya da başka yere değil de Avrupa’ya gitme kararı aldı? Bunun cevabını onun söylemlerinden, açıklamalarından, anılarından öğreniyoruz…

Biliyordu, hissetmişti. Gelişecek şeylerin çoğunu da hissetmişti. Suriye’den çıkmadan önce bir gerilla kampını ziyaret eder. Orada “Bana Kürdistan’da bir ev inşa edemediniz. Kalırdım yoksa” der. Bu her yönüyle çarpıcı bir tespittir, çünkü “yetersiz yoldaşlık”tan dem vurmuştur. Diğer önemli nokta ise şu: Öcalan Kürt sorunun uluslararası boyutunu ve derinliğini iyi kavradığından bunun çözümünün de nihayetinde savaş değil, siyaset olduğunu, siyasetin de Avrupa üzerinden verilmesi gerektiğini, sorunu esas çıkarların orada olduğunu bildiğinden gittiğini belirtmek lazım. Yola çıkma sebebi Kürt sorununa siyaset yoluyla çare aramaktır.

Suriye’den çıkarken uçakta, “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…” der. Öyle de oldu.