‘Bana o şarkıyı söyle’

Göz gözü görmeyen koğuşta, bir anda bloğun en kuytu köşesinde “kahrolsun sömürgecilik, kahrolsun ihanet, yaşasın direniş” sloganın atıldığı yöne doğru ilerleyen birkaç tutsak, ele ele tutuşmuş dört insanı ateş topuna dönüşünü görür...

Yaklaşık 150 tutsağın bulunduğu koğuş ölüm sessizliğindedir. Gecenin son demidir ve iki nöbetçi tutsağın dışında herkes uykudadır. Korku ve şiddetle yoğrulmuş uyku halinin en derin olduğu bir anda, korkunç bir patlama ile sarsılır koğuş. Patlama ile büyük bir ateş yükselir tavana doğru. Kulakları sağır eden patlamayla birlikte tavanı yalayan ateş, uyku halinde olan herkesi şaşkına çevirir.

Tam bir cehennemi andıran koğuş, aynı zamanda dumanla dolmuş haldedir. Göz gözü görmeyen koğuşta, bir anda bloğun en kuytu köşesinde “kahrolsun sömürgecilik, kahrolsun ihanet, yaşasın direniş” sloganın atıldığı yöne doğru ilerleyen birkaç tutsak, ele ele tutuşmuş dört insanı ateş topuna dönüşünü görür. Tutsaklardan birisi korku dolu bir ruh haliyle, ateşe biraz daha yaklaşır. İçlerinde Ferhat Kurtay’ı tanır, ardından Mahmut Zengin’i, sonra Eşref Anyık ve Necmi Öner’i.

O sırada ne olduğunu anlamayan ve koğuşta yangın çıktığını düşünen tutsaklar, ateşin olduğu yere doğru su dökmeye çalışırlar. Ancak ateşten keskin, kesin ve öfke dolu bir ses yükselir: “Su dökmeyin! Su dökmek ihanettir! Bu bir eylemdir! Teslimiyete ve ihanete karşı geliştirdiğimiz bir direniş, bir isyandır bu!”

Ateşten, adeta ateş gibi keskin ve yakıcı bir öfkeyle yükselen ses, Ferhat Kurtay’ın sesidir. Kızgındır, öfkelidir, ama bir o kadar da hüzünlüdür sesi. Çünkü üzerine atılan, serpiştirilen su, direnişi, isyanı söndürmek için atılıyordu. Suyu atanlar bu gerçeği bilmeseler de işin özü buydu. Aynı zamanda yıllardır hazırladığı isyan, eylem ve direniş planı da bir anda boşa çıkacaktı.

Uzun süre hazırlıklarını yaptıkları eylemi, 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gecenin son deminde gerçekleştiriyorlardı. Bu tarihi seçmelerinin nedeni, 1977 yılında Antep’te katledilen enternasyonalist devrimci Haki Karer’in ölüm yıldönümü olmasıydı. Haki Karer, 18 Mayıs’ta Sterka Sor denilen ajan bir oluşum tarafından katledilmişti. Başkan Abdullah Öcalan, Haki Karer’in katledilmesinden hemen sonra “Onun anısına bir parti kurarak intikamını alacağım” demiş ve gerçekten de bir yıl sonra PKK’nin kuruluşunu ilan etmişti.

Ferhat Kurtay ve üç arkadaşı, Haki Karer’i anmak ve onu kendi cansız bedeninde yaşatmak için 18 Mayıs’ı seçmişti. Eylemlerinden önce arkadaşlarına; “Onu bu sefer çok farklı anacağız. Hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir tarzla yaşatacağız Onu” demişlerdi.

Zor yıllardı, çetin günlerdi, teslimiyetin, ihanet ve direnişin adeta iç içe yaşandığı bir zamandı. Aynı zamanda, cesur yürekli insanların da az bulunduğu bir dönemdi. Hani “mumla aramak” denilir ya, işte öylesi bir zaman...

Türk devleti; Kürtleri kırmak, onun iradesini teslim almak, onun adına ortaya çıkan “gençler”i biçmek ve henüz daha ikinci yılında olan PKK’yi yok etmek istiyordu. Askeri darbe bunun için yapılmıştı. Cuntayı yapan generaller, bunun için “köklerini kazımak için yönetime el koyduk” demişti...

Ve bu nedenle, tarihte ne kadar zulüm yöntemleri ve işkence biçimleri icat edilmişse, hepsi belli bir bütünsellik ve sistemsel bir hal içerisinde uygulandı. Gece-gündüz denilmeden her gün, her saat, her dakika tam bir vahşet yaşatıldı. “Kürtlükten, sosyalistlikten, PKK’lilikten vazgeçeceksiniz” diyorlardı. Sadece demiyor, bunun için de ne gerekiyorsa onu yapıyorlardı. İşkenceyi yaşamın bir parçası haline getiren generallerin pratik uygulayıcısı Esat Oktay Yıldıran; “burada, bu askeri okulda, bu ıslahhanede ya öleceksiniz ya da birer Türk olarak çıkacaksınız” diyordu.

İşte bu zor şartlarda, bu yaman yıllarda, bu vahşet koşullarında Mazlum Doğan’dan sonra Ferhat Kurtay, Mahmut Zengin, Eşref Anyık ve Necmi Öner fedai bir eylemle ortaya çıktı. Başka bir yol yoktu. Ya yapılacak eylemler ve direnişler silsilesi ile vahşet durdurulacak, dolayısıyla teslimiyet ve ihanet kırılacak, ya da ölünecekti. Tek bir kişi kalıncaya kadar bu duruş devam edecekti. Aksi takdirde orada, o zindanda, o karanlık hücrelerde, o dört duvar arasında Kürtler bir kez daha yedi kat yerin dibine gömülecekti. Karar, emir böyleydi. Cuntanın şefi Kenan Evren’den; “Türkleşmeyen bir tek kişi kalmayacak. Herkes, ama herkes Türk olacaktır” diye emir gelmiş ve Esat Oktay Yıldıran da “tamam komutanım, ne gerekiyorsa onu yapacağım” diye cevap vermişti. “Nasıl ki Kıbrıs’taki Rumları teslim alıp hepsinin işini haletiysem, burada, ordumuzun askeri okulunda kalan teröristleri de aynı biçimde haledeceğim” diyen Esat Oktay, gerçekleşen eylemler silsilesiyle büyük yanıldığını anlayacaktı. İşte 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gecede, bedenlerini ateş topuna çeviren dört cesur yürekli insanın eylemi ile bir kez daha yanılmıştı.

Eylemlerinden birkaç ay önce, bir gece Ferhat Kurtay her üç arkadaşına; “Mazlum Doğan eylemiyle bize ‘teslim olmayın, gerekirse ihaneti bedenlerinizle vurun, bertaraf edin, parçalayın’ demişti. Çünkü kendisi de aynı biçimde bedenini feda ederek ihanete büyük bir darbe vurdu. Biz de O'nun birer öğrencisi ve yoldaşı olarak O'nun yolunu seçmeliyiz, çünkü teslimiyet ve ihanet kapıda bizi bekliyor. Ya kapıyı açacağız ya da kapıyı ihanetin ve teslimiyetin yüzüne çarparak bedenlerimizi ölüme yatıracağız” demişti.

Aradan fazla zaman geçmeden her üçü de “tıpkı Keko gibi bedenimizi ihanet ve teslimiyet politiklarına karşı çelikten bir zırh yapacağız...” demişti. O gün eylem kararını almış, daha sonraki günlerde de eylem biçimini tespit ederek, fedai duruşlarını netleştirmişlerdi.

17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gecede, aldıkları karar gereği koğuşun en kuytu köşesine geçerek dört paçaya bölünmüş kutsal ülkelerini birleştiriyorlarmış gibi bir duyguyla birbirine kenetlenirler. Her dördü de önceden elde ettikleri tineri başından başlayarak, bedeninin her tarafına dökerler. Sonra da kibrit kutusundan çıkarttıkları çöpleri aynı anda çakar, büyük bir patlama ile bir anda ateş topuna dönüşürler.  Aslında onlarınki sıradan bir patlama değil, bir Big Bang patlamasıydı. İhanete, teslimiyete, vahşete ve insanlık dışı uygulamlara karşı yoğunlaştırılmış en yüksek derecede olan Big-Bang patlaması...

Ferhat, ateş kütlesi içinde cayır cayır yanarken tebessüm eder ve tebessüm ederken de dudaklarından parçalar halinde etler dökülür. Buna rağmen, hemen karşısında O'na büyük bir saygıyla bakan Selim Dündar’a “wê stranê beje-o şarkıyı söyle” der. O stran, “Sevdaliyamin” hüzünlü bir aşkı anlatır... Ve Ferhat ile üç arkadaşı, daha şarkı bitmeden sonsuzluğun sınırlarını aşarak Mazlumlaşma erdemine ulaşır...

Dörtler, Kürdistan tarihinin beyaz sayfalarından birisine, ateşle yakıp yeniden doğuşu müjdeledikleri bedenleriyle şunları yazar: “Tutsak da olsak, işkenceler altında da olsak, ellerimiz-ayaklarımız kelepçelenmiş de olsa, dört tarafımız düşman tarafından çepeçevre kuşatılmış da olsa, zindanın karanlık dehlizlerinde de olsak, asla teslim olmayacağız. Halkımıza, partimize, yoldaşlarımıza ve ideallerimize ihanet etmeyeceğiz. Dişimizi tırnağımıza takarak, hücre hücre, dirhem dirhem ateşte yanıp kül de olsak direneceğiz. Kendimizi, tıpkı halkımız gibi, kendi küllerimizden yeniden yaratacağız...”

Büyük enternasyonalist devrimci Haki Karer'den sonra Dörtler de, bir 18 Mayıs günü sonsuzluğun yüreğinde ölümsüzleşir. Tıpkı Amed zindanda ser verip sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya gibi... 1978’de 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağladığı gecede şahadete ulaşan Halil Çavgun gibi...Tıpkı kendilerine özür dileseler ipten kurtulacağı söylenen, fakat inandığı yoldan hiçbir geri adım atmayan Deniz'ler gibi… O'nların şahsında Mayıs ayı şehitlerini bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz...