Karayılan: Akan kandan biz değil, AKP sorumludur

TAK’ın kendilerinden ayrı bir örgüt olduğunu hatırlatan Karayılan, uluslararası savaş hukukunu esas alan eylemleri yanlış görmediklerini, PKK’nin uluslararası savaş kurallarını esas aldığını söyledi.

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan, geçtiğimiz günlerde İstanbul ve Kayseri’de gerçekleştirilen eylemlere ilişkin önemli değerlendirmelerde bulundu.

Akan kandan kendilerinin değil, savaşı başlatan anlayışın sorumlu olduğunu vurgulayan Karayılan, polis ve askerlerin ‘masum birer çocuk’ değil savaş gücü olduklarını belirtti.

TAK’ın kendilerinden ayrı bir örgüt olduğunu hatırlatan Karayılan, uluslararası savaş hukukunu esas alan eylemleri yanlış görmediklerini, PKK’nin uluslararası savaş kurallarını esas aldığını söyledi.

Karayılan, PKK yönetimine ilişkin özel savaş medyasında çıkan haberlere de yanıt verdi.   

Halep, Bab ve Rojava’daki gelişmelere ilişkin soruları da yanıtlayan Karayılan, AKP’nin Suriye’de başarısız olduğunu belirtti.

PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan'ın ANF’nin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Sayın Karayılan, içine girmiş olduğumuz dönemde Ortadoğu’da önemli gelişmeler yaşanıyor. Rusya ve Suriye’nin yönelimiyle Halep’te Türkiye destekli El Nusra ve ÖSO güçleri yenilirken, Suriye özelinde, ancak genel olarak tüm bölgede değişen dengeler durumundan söz ediliyor. Suriye ekseninden yaklaşarak, bugün bölgede yaşanan gelişmeleri siz nasıl değerlendirirsiniz?

Ortadoğu’da yaşanan savaş süreci gittikçe daha da derinlik kazanmakta ve mevcut durumda yeni bir aşamaya doğru hızla yönelmiş bulunmaktadır. Şu anda herkes iki konuda nelerin olup biteceğini hesaplayarak politika oluşturmaya çalışmaktadır: Bunlardan birincisi, “ABD’nin yeni seçilen başkanı Trump’ın 20 Ocak’ta göreve başlamasıyla birlikte özelde Suriye’de, genelde Ortadoğu’da nasıl bir politika geliştireceği” konusudur. Şimdiden herkes konumunu olası politikalara göre hazırlama çabası içindedir. Diğer önemli konu ise “Suriye ve Rusya’nın Halep savaşını kazanmasından sonra nasıl bir politika yürütecekleri” konusudur. Yine bu ikilinin yanında İran da vardır. Kısaca bu güçlerin bundan sonra Suriye’de ve yine Ortadoğu’da nasıl bir politikaya yönelecekleri konusu önem taşımaktadır. Örneğin Suriye rejimi, tabii ki destekçilerinin de yardımıyla, “ben Halep savaşını kazandım. Dengeler benden yana güçlendi” deyip artık diyaloga gerek görmeden diğer alanlara mı yönelecek; yoksa, “ben güçlü bir pozisyon yakaladım” diyerek diyalogla sorunların çözümünü mü esas alacak; bu önümüzdeki günlerde netleşecek bir husustur.

Rejimin diyalogla sonuç alma şansı var mı?

Mevcut rejimin ve onunla birlikte yürüyen Rusya, İran ve Hizbullah’ın bir fırsatı vardır. Suriye’nin artık eski Suriye olamayacağı gerçeğini görüp Suriye’de demokratikleşmeye yönelik bir reform sürecini başlatmaları, federasyon veya daha değişik adlandırılabilecek yerel yönetimi eksen alan bir demokratik sistemi geliştirmeye yönelmeleri; Rojava’da ve Kuzey Suriye’de gelişen demokratikleşme hareketiyle diyalog içinde sorunları çözmeleri; yine El Nusra ve DAİŞ dışındaki diğer muhalif güçlerle diyalog temelinde siyasi çözümü hedefleyen bir politika geliştirmeleri halinde sonuç alma şansları vardır. Bunun ekseni, Suriye’deki tüm halkların kendisini güvencede görebileceği, kendisini temsil edebileceği, yerelliğin olduğu demokratik bir sistemin geliştirilmesidir. Eğer buna yönelirlerse bu eksende sonuca gitme şansları vardır. Ama böyle değil de, “biz Halep’te kazandık, başka yerlerde de kazanırız” diyerek şiddeti öne verirlerse iş daha karmaşıklaşabilir, savaş süreci giderek daha da derinlik kazanır ve sonuç almazlar.

TÜRKİYE HALEP’TE ‘KARDEŞLERİNİ’ YÜZÜSTÜ BIRAKTI

Bu konuda Türklerin de durumunu ele almakta fayda var. Biliyorsunuz; Türkiye, sürekli şiddeti önüne koyan bir ülke oldu...

Türkiye’nin Suriye politikası zaten çökmüştü. En son Halep’te yenilen sadece El Nusra ve kendisine ÖSO diyen güçler değil, aynı zamanda AKP ve Erdoğan’dır. AKP’nin Suriye politikasının bu kadar uçuk olmasının ana nedeni, politikasını Kürt karşıtı ekseninde kurmasıdır. Başlangıçtaki politikası Beşar Esad yönetimini devirme ve yeni Suriye’de Kürtlere herhangi bir hak tanımamayı amaçlarken, şimdi görülüyor ki Esad’ı devirmekten de vazgeçmiş, tamamıyla Kürt düşmanlığı eksenli bir siyaseti yürütüyor. Bunun için başlangıçta El Nusra’yı ve diğer güçleri çok destekledi; onları Halep’te güçlendirdi. Amaç, Rojava’daki Kürt varlığını hedefleme ve Kürtlerin statü elde etmesini önlemeydi. Sonra ondan da öte, daha somut bir hedef önüne koydu. Efrîn ve Kobanê kantonlarının birleşmesini önlemek için Rusya’yla anlaşma yaptı. Halep karşılığında Bab’ı istedi. Yani aslında Halep’i sattı. Böylece daha önce ‘kardeşim’ dediği güçleri yüzüstü bıraktı. Onlar Halep’te kuşatıldı, dayanamadı ve zaten çöktüler.

BAB GERÇEĞİ TÜRKİYE TOPLUMUNDAN GİZLENİYOR

Peki Bab’ı alabildiler mi? O bölgeye dönük yapılan tüm açıklamalarda bir zafer havası var da...

Hayır. Türkiye Bab’ı henüz alabilmiş değil. Zaten Bab meselesi kendi başına ayrı bir meseledir. Bakın, dört aydır “Cerablus, Bab” diyerek toplumu uyutuyorlar. Cerablus-Dabiq hattında zaten herhangi bir çatışma olmadı; çatışmasız bir şekilde oraları tuttular. Ondan sonra belli bir direnişle karşılaşınca ilerleyemez hale geldiler. Yani Türk ordusu ve beraberindeki gruplar başarısızdırlar. En ileri düzey her türlü teknik desteğe rağmen ilerleme yeteneklerinin olmadığı görüldü. Diğer yandan Türkiye toplumunu da uyutuyorlar. Yani öyle bir hava yaratmışlar ki, AKP’nin yoğun medya gücüyle, “milli hassasiyet”, “Türkiye’nin bekası gündemde” diyerekten herkesi susturmuşlar. Kimse, “siz 4 aydır ne yaptınız; bu kadar tank gitti; Bu kadar özel kuvvet gitti; bu kadar ordu gücü gitti; hani nereyi aldı? Bu kadar cenaze geliyor” diyemiyor. Daha sıradan bir ilçe olan Bab’ı bile alamadılar. Yani bir fiyaskodur. Bir de bunu allandıra ballandıra, “oradaki Fırat Kalkanı şöyle olmuş böyle olmuş” diye sunuyorlar. Orada çok başarısız bir performans sergilendi. Bab gerçeği budur.

Ama bunu Türkiye toplumundan gizliyorlar. Yine verdikleri ağır kayıpları da gizliyorlar. Ara ara birer askerin öldüğünü söylüyorlar ama öyle değil; Türk ordusu orada daha fazla kayıp veriyor. AKP’nin özel savaş makinası işliyor burada. Her şeyi tersine çevirerek topluma yansıtıyorlar. Örneğin o insanlar Halep’te kuşatıldı; gerçekten büyük bir mezalim yaşandı orada. Şimdi Erdoğan biraz da vicdanını temizlemek için Rusya ve İran’la görüşerek onları oradan çıkarmaya dönük belli çabalar gösterdi. Ama bu vicdanını temizleyemez ki! O tablonun sorumlusu zaten kendisidir. O düzeye gelmesinde kendisinin politikasının rolü belirleyicidir. Kısaca oradaki durum böyledir.

Yani daha baştan beri Türkiye’nin geliştirdiği Suriye politikası bir çok başarısızlıklarla karşılaştı. Bu son başarısızlık, artık Suriye politikasını tümüyle başarısız kıldı. Bugün Ortadoğu’da tümüyle bir mücadele var. Herkes yer kapmak, güçlü konuma gelmek istiyor. Ama Türkiye bu konuda sonuç alamaz.

AKP, ATOM BOMBASI BİLE ATSA ARTIK KÜRTLERİ ENGELLEYEMEZ

Neden Türkiye sonuç alamaz?

Çünkü Türkiye’nin Ortadoğu’daki politikasının ekseninde Kürtlerin hak almasını önleme vardır. Yani Kürt karşıtlığı vardır. Kürtler 1920’lerde yok sayıldı, inkar edildi, parçalara bölündü, haksızlığa uğradı. Çünkü Kürtler o zaman zayıftı ve siyasetten uzaktı. Ama bugün bölgede yıldızı parlayan bir halk varsa, o da Kürtlerdir. Buna karşı Türkiye’nin “Kürtler statü ve hak elde etmeyecek” gibi bir politikasının sonuç alma şansı yoktur. Eğer AKP rejimi, PKK hareketini ve Kuzey Kürdistan’daki tüm Kürtleri atom bombası atıp yok etse bile, Ortadoğu Bölgesi’ndeki Kürtlerin yükselişini önleyemez. İşte Güney Kürdistan bağımsız devlet ilan edecek. Rojava’nın statü konumunu artık geri çekemezler. Bugün Rojava’nın ve onun etrafında örülen Suriye Demokratik Meclisi Güçleri’nin Suriye topraklarının yüzde 29’unu kontrol etme durumu vardır. Şimdi Reqqa’ya dönük hamle gündemde. Reqqa’yı da alsalar bu yüzde 40’lara ulaşır. Bunu kimse göz ardı edemez.

Türkiye’nin hesapları var; “Efrîn’e ve Minbic’e de saldırırım” diyorlar. Saldırıyla olmaz. Ortada bir halk durumu vardır. Bir gerçeklik var. Bu gerçekliğin üstünü örtemezler. ‘Güneş balçıkla sıvanmaz’ diye bir söz var. Türkiye artık bunda geç kalmıştır. Yapacağı tek doğru şey vardı; o da Kuzey Kürdistan’da çözümü geliştirmek, tüm Kürdistan halkına dostluk temelinde Ortadoğu’da demokratik bir güç olmayı önüne koymaktı. Ama o bunu yapmadı. Kuzey’i imha ve tasfiye etme; Kuzey dışındaki Kürtlerin de hak almasını önleme siyaseti başarısızlıkla sonuçlanacak bir siyasettir. Çağımızda Kürtlerin hakkını tümden sıfırlama ve yok sayma siyasetinin sonuç alması mümkün değildir. Yani sadece şiddetle, öldürmeyle, tutuklamayla ve susturmayla sonuç almanın çağı geçmiştir. Şimdi AKP bunu yapmak istiyor. Hem Kuzey’de, hem Rojava’da, hem Güney’de bu temelde sonuç almayı arzuluyor. Strateji uzmanları bu konuda sonuç alacaklarını nasıl düşünüyorlar; insan hayret ediyor.

AKAN KANDAN AKP YÖNETİMİ SORUMLUDUR

Geçtiğimiz hafta İstanbul’da 2, Kayseri’de de bir patlama gerçekleşti. Bu patlamalarda Türk güvenlik güçleri ağır darbeler aldı. Yine Kürtlere dönük saldırı kampanyaları başlatıldı. Bunların ardından geçmişte yaşanan diyalog süreçleri ile birlikte hareketinizin süreci bozduğuna dönük tartışmalar da yürütüldü Türk cenahında. Geçen süreci de göz önünde bulundurarak bu gerçekleşen son olayları nasıl değerlendirirsiniz?

Biz bunu istemedik. Her şeyden önce tüm Türkiye halkları şunu bilmeli: PKK savaş yanlısı olmadı; şu anda da değildir. Ama sen bir halkın halk olmaktan kaynaklı bütün doğal haklarını yok sayarsan ve bunu şiddet temelinde ortadan kaldırmaya yönelirsen elbette ki PKK de buna karşı duracaktır. PKK Ortadoğu’da adalet ve demokrasi, Kürdistan’da bir halk olmaktan kaynaklı doğal haklarını elde etmek üzere yola çıkmış bir harekettir. 28 Şubat 2015 günü Dolmabahçe Sarayı’nda okunan ve sonra Erdoğan’ın “hasretle beklediğimiz bir açıklamaydı” dediği ama daha sonra da reddettiği o mutabakatta ne yazılıydı? Önder Apo’nun Nisan ayında silah bırakmayı tartışmak üzere PKK Kongresi’ni toplantıya çağrısı yazılıydı. Eğer Erdoğan Dolmabahçe Mutabakatı’nı reddetmeyip masayı devirmeseydi Nisan’da silahsızlanma kongresi toplanacaktı. Yani tümüyle silahları devre dışı edecek yeni bir sürecin eşiğinde kapı kapatıldı.

Şimdi kendine yazar diyen, adının önüne Prof. ekleyen bir çok kişi hiç utanmadan arlanmadan televizyona çıkıyor, “süreci PKK bozdu; savaşı PKK başlattı” diyor. Bu büyük bir yalan. Kim Dolmabahçe Mutabakatı’nı reddetti; kim oradaki masayı devirdi; kim görüşmeleri durdurdu; kim Önder Apo’yu o zamandan beri tecride tabi tuttu; kim daha bahar aylarında Ağrı, vb. yerlerde askeri operasyonlar başlattı; kim DAİŞ’e bu kadar eylem yaptırttı; 24 Temmuz 2015’de kim PKK’nin bütün merkezlerini hedefleyen uçak saldırılarını başlattı? Burada nasıl yapıldığı tartışmalık olan 2 polisin ölümünü (Ceylanpınar olayı) gerekçe göstermeleri gülünç bir şeydir. Gerçeği bu kadar tersyüz edip topluma yansıtmak, aslında toplumun aklıyla oynamaktır. Gerçek olan, Erdoğan’ın kendi iktidarını güçlendirmek ve hayal ettiği tek adam sistemini Türkiye halklarına dayatmak için Kürtlere karşı savaş açmayı seçmesidir. Barışı değil savaşı tercih etti. Bu böyle bir olay. Yoksa biz hiçbir zaman savaş yanlısı bir politikayı öne çıkarmadık. “PKK Rojava’da güçlendi; Türkiye’ye de silah yığdı; bunun için savaş başlattı” diyorlar. Bunlar hiçbir biçimde doğru olmayan şeylerdir.

Bu açıdan ister Beşiktaş’taki eylem olsun; ister daha önceki çatışmalar ve her iki tarafın yaşadığı kayıplar olsun; yine en son Kayseri Komando Tugayı’na dönük yapılmış olan henüz kimsenin üstlenmediği ancak TAK’ın yaptığı sanılan eylemler olsun; bunların sorumlusu biz değiliz. Bunların sorumlusu bu savaşı başlatan anlayıştır. İktidarları uğruna kan dökmeyi tercih edenler sorumludur. Bu da AKP yönetimidir.

POLİSLER MASUM BİRER ÇOCUK DEĞİL, SAVAŞ GÜCÜ

Bu eylemlerin hedefinin güvenlik güçleri olduğunu hükümet yetkilileri de açıkladı.. Bu asker ve polislerin masum olduğu iddia ediyorlar?

Normal-demokratik ülkelerde polis ve askerler vatandaşın güvenliğini sağlamak, genel asayiş, trafik ve toplumun huzurunu korumakla görevlendirilmiş kişilerdir. Ancak bunlar, bu askerleri ve polisleri adam öldürmek için o kadar şartlandırmışlar ki, bu güçler o kadar insanın kanına girmişler. Örneğin İstanbul’da 15 yaşındaki Berkin Elvan’ı, Ethem Sarısülük’ü bu polisler öldürmedi mi; genç bir kadın olan Dilek Doğan’ı evinin içinde vuran yine bu polisler değil miydi? Bunlar her gün orada burada insanları coplayan, biber gazı sıkan, öldüren, topluma şiddet uygulayan zulüm güçleridir. Kısacası bunlar masum çocuk değil, birer savaş gücüdür. Buna karşı sürekli hedef haline getirilen ve öldürülen taraf bir eylem yapmışsa, bu, işleyen savaşın bir yasası olarak görülmelidir.

Yine bu Kayseri Komando Tugayı Kürdistan’daki katliamların büyük çoğunluğunu gerçekleştiren tugaydır. Bunu zaten Türk basını da söylüyor. Yani binlerce köyü yakıp yıkan, şehirleri yerle bir eden, şurada burada insanları sorgusuz infaz eden, tüm Kürdistan’da terör estiren, bulunduğu şehir olan Kayseri’de huzuru sağlamak adına Hakkari’de Cizre’de Kürt halkına işkence eden güçler değil mi bunlar! Geçtiğimiz dönemlerde sosyal medyaya bir görüntü düştü. Yakaladıkları iki genç kadın gerillayı canlı canlı kurşuna dizerek uçurumdan atan askerler Kayseri Komando Tugayı’na bağlı olan askerlerdir. Bu güce karşı bir Kürt genci fedai eylem yapıyorsa buna kim ne diyebilir! Daha bir ay önce eli Kürt kanında olan ve Kürdistan’da katliamların altına imza atan bu katliam tugayına karşı yapılan eylemi kınayan ve bu güçlere sahip çıkan bir takım Avrupa devletleri ve benzeri güçler, acaba bunların Kürdistan’da yaptığı katliamlara da sahip çıkıyorlar mı? Bu tür katliam tugayları Kürdistan’da terör estirirken bu güçler neredeydi ve niye seslerini çıkarmadılar! Görülmesi gereken şey şudur: Kürdistan’da bir savaş var, taraflar var; herkes buna göre yaklaşmak zorundadır. Eğer terörden bahsedilecekse, devletin Kürdistan’da uyguladığı, binlerce insanın katledildiği ve şehirlerin yıkıldığı devlet terörü vardır. Örneğin bugün Halep’te gerçekten bir insanlık dramı yaşanıyor ama biz Halep’te Cizre’deki gibi yaralı insanların üzerine benzin dökülerek diri diri yakılması tablosuna rastlamadık. Gerçek bu kadar çarpıcıdır.

Sürecin bu noktaya gelmesini biz istemedik. Türkiye kamuoyu ve gerçekten Türkiye’yi seven insanlar önce şunu sormalı: Niye bu noktaya geldik? Niye o süreç bozuldu? Şimdi Türkiye’nin ekonomisi geriliyor; insanları geriliyor; stres vardır; her bakımdan toplumda bir bunalım düzeyi gelişiyor; niye buna yol açıldı.

BİZ ULUSLARARASI SAVAŞ KURALLARINI ESAS ALIYORUZ

 TAK ile örgütünüzün ilişkisi sık sık gündem oluyor. Son olaylardan sonra sizin şahsınızın da TAK eylemcilerine sahip çıktığınız belirtiliyor...

Eski yıllarda Türkiye sol hareketinden fedai eylem yapmış olan bir şehit için söylediğim bir söz vardı: “Kendi davası için seve seve canını feda eden insanlar saygın insanlardır” demiştim. Düşmanın da olsa bu böyledir. Ve biz o genç fedailere tabi sahip çıkarız. Eleştirilerimiz olabilir; ki zaten var. Biz TAK denilen örgütün bir çok eylemini eleştiriyoruz. Hatta kimi eylemlerini geçmişte açık açık kınadık. Ama her yapılan eylemi de kötü olarak değerlendiremeyiz. Mesela bu son eylemleri savaş yasaları çerçevesinde yürüyen eylemlerdir. Biz uluslararası savaş hukukunu esas alan eylemleri yanlış görmeyiz. Bizim eleştirdiğimiz ve yanlış gördüğümüz şey, bu hukukun yer yer göz ardı edilmesi ve sivil insanların da canını yitirmesidir. İstanbul’daki patlamada bir kısım insanlarımız da bu biçimde canlarını yitirmişlerdir. Bu üzücü bir olay. Biz kendi adımıza bu olayda yaşamını yitiren sivil insanlarımızın ailelerine başsağlığı diliyoruz. Olmaması gerekir. TAK, bu biçimde sivillerin kayıp vereceği eylemlere yönelmemeli. Eğer özgürlük davasına hizmet etmek istiyorsa bu konuda daha hassas yaklaşmalı.

Ama öbür yandan Kürt halkını topyekun hedefleyen, her gün savaş naraları atan, “artık acımasız olacağız, canlarını yakacağız, yok edeceğiz, ortadan kaldıracağız” diyen devlet yetkililerinin açıklamaları vardır. Kürt gençleri öldürüldüğünde alkış tutan, sevinç çığlıkları atan ölüm seviciler vardır. Erdoğan bu çağrılarla da sınırlı kalmayıp en son, “milli seferberlik ilan ediyorum” dedi. Aslında, “Milli Muhbirlik Seferberliği”ni ilan etti. Yani herkese, ‘kimi görseniz ihbar edin’ diyor. Tıpkı Hitler dönemi gibi. Hitler’in o kadar askeri, polisi, SS’leri vardı; İstihbarat yapılanmaları vardı ama o bunlarla yetinmeyip kitleyi de tahrik ederek harekete geçirip bütün karşıtlarını ezmeyi sağladı. Şimdi Erdoğan da öyle yapıyor. Yani o kadar polisi ve askeri var; her gün insanları tutukluyor; her gün şurada burada insanlar öldürülüyor. Ama bununla yetinmiyor, “herkes devreye girsin” diyor, herkesi muhbirliğe davet ediyor. Tam Hitlervari bir tarz. Herkesin birbirini ihbar ettiği bir yerde hayat nasıl normalleşir! İnsanlar nasıl yaşar! Herkesin birbirinden kuşku duyduğu bir ülkede nasıl huzur ve güven gelişir!

Tabii bir de bu seferberliğin hedef tahtasına Kürtler oturtuluyor. Yani bu seferberlikle, “yok edeceğiz”, “mahvedeceğiz” söyleriyle aslında Kürt toplumu hedefleniyor. Dikkat edin seferberlik ilanından sonra geçen bu son 2 gündür; HDP’nin bürolarına çeşitli ırkçı gruplar tarafından yapılan saldırılar vardır. Bunlar Erdoğan’ın yönlendirmesidir. Ne yapmak istiyorlar? Kürt toplumunu sindirmek istiyorlar. Şimdi bunlar bir yandan zaman zaman açıklama yapıp, “tahrike gelmeyin, PKK Türk-Kürt savaşı çıkartmak istiyor” yalanını söyleyip böyle tutumlar sergiliyorlar; öte yandan da alttan tahrik ediyorlar, “gidin, yönelin” diyorlar. Ve polis bunlara karışmıyor. Şimdi Amed’de veya Batman’da kalabalık bir grup gidip AKP binasını taşlasa ve yağmalayıp yaksa, polis oradakilerin kimliğini açığa çıkarmaz mı? Hepsini kameralardan tespit edip de sonradan yakalamaz mı? Tabii ki yakalar. Peki neden HDP binalarını basan o güruhları yakalamıyor? Çünkü zaten kendisi teşvik ediyor. Bu yüzden karışmıyor.

Bu esas olarak Türk devletinin geleneksel bir yöntemidir. Daha önce bunu Ermenilere ve Rumlara yaptılar; şimdi de Kürtlere yapıyorlar. Bu alçakça bir durumdur. Güçlü olduğun yerde gücünle yetinmeyip tüm imkanlarını güçsüz insanlara yöneltmenin hiçbir ahlaki ve insani yanı yoktur. Bu korkakların işidir. Şimdi Kırşehir’de, Kayseri’de ve Türkiye’nin daha bir çok şehrinde bir kesim aydın, demokrat ve Kürt olan insan var. Zorbela orada tutunmuş, kendilerine bir parti bürosu açmışlar. Orada bir güruh çıkıyor; Erdoğan’dan feyz alarak rahatça girip her tarafı yakıp yıkıp çıkıyor. Bir kere sen düşün; oradaki insanların sana karşı yapacağı herhangi bir şiddet söz konusu değil ki. Tabii bunlar yönlendirmeyle yapılan şeylerdir. Halkımız bu tür yönelimlere karşı kendisini korumalıdır. Hiçbir yerde korumasız kalmamalıdır. Çünkü belli olmaz; bunlar tarihte görüldüğü gibi daha kapsamlı katliamları da planlayabilirler. Amaçları toplumumuzu sindirmek olduğuna göre akla gelen veya gelmeyen her şeyi yapabilirler. Bunun için tedbirli olmakta ve halkımızın her yerde kendi arasında örgütlenip kendisini savunmasında fayda vardır.

BUNLAR ARTIK KENDİ YALANLARINA KENDİLERİ DE İNANMAYA BAŞLAMIŞLAR

Bir de sizin adınızı vererek, “şehirde yenildik, dağda yapamadık, bunun için eylemleri metropollere kaydırın” biçiminde Eylül ayında talimat verdiğiniz belirtiliyor...

Bu tamamen bir uydurmadır. Biz nerede dağda yenildik de, dağda yapamadığımızı söylemişiz! Hangi operasyon güçlerimizi tasfiye etti de dağda yapamadığımızı, şehirde yenildiğimizi söylemişiz. Bunlar yalandır. Yaz boyu “Hakkari’de 400 kişiyi yok ettik; şurada bu kadar kişiyi yok ettik” diye yalan haberler yaydılar; şimdi de o haberler gerçekmiş gibi yaklaşarak değerlendirmeler yapıyorlar. Görülüyor ki kendi yalanlarına süreç içerisinde kendileri de inanmaya başlamışlar. Böyle bir şey yoktur.

Şehir savaşları dedikleri öz savunma direnişleri de, bizim direk katıldığımız bir savaş olmadığı gibi, burada öyle bir yenilgi durumu yoktur. Burada Türk sömürgeci devletinin vahşeti vardır. Bu yüzden benim öyle bir talimat verme durumum da söz konusu değildir. Kaldı ki şimdi bu eylemleri yapan güç, bizim talimatlarımızla eylem yapan bir güç de değildir; o ayrı bir örgüttür.

Bir de hep şöyle yapıyorlar: PKK’yi düşman ilan etmişler; sağdan soldan hedeflemek istedikleri herkesi, “PKK’nin uzantısı, PKK’nin kolu” diyerek siyasi-askeri bütün Kürt örgütlerini hedef haline getirmenin gerekçesi haline getiriyorlar. Bunların gerçeklerle alakası yoktur. Kürdistan’ın kuzeyinde de, diğer parçalarında da tek bir örgüt değil, Kürt halkının özgürlük mücadelesi yürüten bir çok örgütü vardır.

OHAL İLE KÜRT TOPLUMUNU SİNDİRMEYİ AMAÇLIYORLAR

AKP-MHP Koalisyonu’nun sivil faşistleri devreye koymasından az önce bahsettiniz. Aynı zamanda bir de OHAL’i gerekçe göstererek yürüttüğü terörizm var. Aralarında milletvekili ve belediye eşbaşkanlarının da bulunduğu binlerce insan tutuklandı. Bu yönelimleri nasıl değerlendirirsiniz?

Açık ki Kürt halkını sindirmek istiyorlar. Bu temelde hareketimizi de marjinalleştirmek amacıyla OHAL’i kullanıyorlar. Ellerinden gelirse daha da uzatacaklar. HDP’ye dönük yapılan yönelimin temelinde de bu var. HDP’ye ve DBP’ye yönelimin amacı Kürt toplumunu sindirmektir. Toplumun sırtını yaslayabileceği bir milletvekili var, bir belediye başkanı var. Her kim varsa onları tutuklayıp bu halkın direncini ve ümidini kırmak, böylece, “sen teslim olmak zorundasın, vazgeçmek zorundasın; başka yol yoktur” demek için bütün Kürt kurumlarını hedeflediler. Sadece HDP gibi siyasi partileri hedeflemiyor; 190 Kürt derneğini kapattı. Bunların bir çoğu kültür, dil, araştırma merkezi, yoksullara yardım derneği vs. siyasetle ilgisi olmayan kurumlar. Kürtlük adına ne varsa bugün hepsi yasaklandı. Amacı toplumu sindirmek, böylece sonuca gitmektir. Biraz da toplumun direncini kontrol altında tutmak için son günlerde önce iki belediye başkanı gözaltına alınıyor, sonra tutuklanıyor, sonra yerlerine kayyum atanıyor. Herhalde artık bu senaryo işleyecek ve hepsini bitirmeyi hedefleyecekler.

Düşünün, Ahmet Türk gibi yaşlı, kalbinde pil olan ve sürekli barıştan söz eden bir Kürt siyasetçisini tutuklamanın ne gibi bir izahı olabilir? Hastadır; tedaviye gitmesi gerekiyor; kelepçe ile götürmeyi dayatıyorlar. Bunun bir tek izahı var; o da Kürtleri sindirme ve teslim almadır. Başka da bir izahı yoktur. Kürtleri ve Kürtlerin dostu olan sol, sosyalist, demokratik hatta Kemalist; kim bu şiddet dozajına karşı çıkıyorsa onları da sindirme, susturma söz konusudur. Hedefleri sadece Kürtleri yok etmek değildir. Kürtleri yok ederken muhalefeti tümüyle ezerek, marjinalleştirme hedefleri de vardır. Ama Kürtler tıpkı 1925’lerdeki gibi başattır. Şu an zaten o dönemin siyaseti uygulanıyor. Erdoğan kendisi Dersim katliamının yürütüldüğü süreçteki siyaseti eleştirmiştir ama şimdi kendisi de aynısını yapmaktadır. Hatta çağımızla hiç örtüşmeyecek yöntemlerle bunu yapmaktadır. Yanına aldığı bazı uşak Kürtlerle sözüm ona çözüm gücü olma iddiasında. Yoksa tutuklananların hiçbirinin suçu yok. Derneklerin, HDP milletvekillerinin, belediye eş başkanlarının ne gibi bir suçu var? Yaptıkları konuşmaları gerekçe gösteriyorlar. Zaten onlar siyasetçi; tabii ki konuşacaklar. Bu konuşma ile topluma gitmiş, oy istemiş ve toplumdan oy almıştır. O zaman ses çıkarmamışsın, şimdi aynı eksende propaganda faaliyetlerini yürütüyor, “suç işledin, teröre destek sundun, hendek savaşına katıldın” gibi iddialarla insanları tutukluyorsun. Oysa gerçek bunun tersidir.

HDP’NİN YÜRÜTTÜĞÜ MÜCADELE BÜYÜK BİR ANLAM VE DEĞER İFADE EDİYOR

 ‘Tersine’ derken, neyi kastediyorsunuz?

Şimdi tarih karşısında gerçekleri ifade edeceksek eğer, HDP’li yöneticilerin, yine çeşitli Kürt kurum yöneticilerinin bir günahı varsa, bu günah, “Hendek Savaşı” dedikleri, gençlerin yürüttüğü öz savunma direnişine katılmaları değil, katılmamalarıdır. Çünkü sadece katılmamayla kalmadılar, aynı zamanda bu gelişen direniş sürecine dair toplumda tereddüde neden oldular. Bir biçimde yaşadıkları tereddüt ve kendilerini geriye çekme durumu karşısında demokratik özerklik şiarıyla direnen gençliği yalnız bırakmış oldular. Eğer tarih karşısında bir eleştiri olacaksa bu eksende olabilir. Gerçek budur. Eğer HDP’liler gençliğin yürüttüğü ve HDP’nin de programında olan Demokratik Özerklik direnişlerine yeteri kadar destek vermiş olsalardı, bugün durum böyle değil, daha farklı olabilirdi. Ama HDP’liler buna destek vermedi; tereddütlü bir duruş sergiledi; bu durum topluma yayıldı; toplumda bir kuşku ve esneme gelişti; böylece o direnen gençler tek başına direnişi sürdürmek zorunda kaldı. Mehmet Tunç gibi halkın sinesinden çıkmış yerel, gerçek halk önderleri, üç sefer son vasiyetini ekranlar karşısında söylemesine rağmen herhangi ciddi bir sahiplenme durumu, o katliamın önüne geçme tutumu gelişmedi. Eleştirilecek nokta budur. Bu ciddi bir eleştiri konusudur.

Ama şimdi Türk devleti onları suçluyor. Fakat direnişçiler de onları suçluyor. Direnişçilerin yazdığı günlükler var. AKP rejimi gerçekleri çarpıtarak HDP’lileri tutuklama gerekçesi oluşturmak istiyor. Halbuki bu direnişlerin genelleşmemesini sağlayan HDP’nin tutumudur. Gerçek budur. Ne oldu; tıpkı o Hitler dönemindeki Alman papaz gibi, tutuklanmalar seyredildi seyredildi, en son eşbaşkanların tutuklanmasına sıra geldi. Mesele budur. Yoksa doğru bir direniş çizgisi ve örgütlemesi geliştirilseydi ve ilk tutuklanmalarda herkes meydanlara çıksaydı ve toplumsal direniş süreci geliştirilseydi, bunun önüne geçebilir, durum farklı olurdu.

Kısacası gerçekler böyledir. Türk devleti büyük bir çarpıtma içerisindedir. Tabi bunun amacı var. Amacı Kürt toplumunu sindirme, teslim alma ve Kürtleri siyaset sahnesinden tasfiye etmedir. Bunun için yalan yanlış suçlar yapıştırarak onları içeri atmak istiyor. Böylece HDP’nin oynamak istediği misyonu ortadan kaldırmayı düşünüyorlar. Çünkü HDP’nin misyonu Kürt-Türk kardeşliği temelinde demokratik çözümü geliştirme misyonudur. Yani Türkiye’yi demokratikleştirmedir. AKP’nin zihniyeti ise Türkiye’yi demokratikleştirme değil, tek adam sistemini getirmedir. Dolayısıyla, amaç HDP’nin misyonunu sona erdirme, Kürt halkını ezme, Türkiye sol hareketini de bastırarak sesini soluğunu kesmektir. Bu amaç çok açık görülmektedir.

Ben burada bir gerçeği izah etmek için bunları ifade ediyorum ve sadece HDP ve DBP’lileri eleştirmiyorum. Toplumsal alanla ilgili olan tüm kurumların ve kadroların bunda sorumluluğu vardır. HDP’nin yürüttüğü mücadele kendi başına büyük bir anlam ve değer ifade eden bir mücadeledir. Halkların birliğini, kardeşliğini, barış içinde bir arada yaşamayı sağlamak ulvi bir şeydir. HDP böyle bir misyonla ortaya çıktı, belirli bir rol oynadı ama bu durum AKP ve Erdoğan’ın hoşuna gitmedi. O yüzden bu misyona son vermek istiyorlar. Eğer böyle olmasaydı, Eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ı tutuklayarak işe başlamazlardı. Sözüm ona partiyi kapatmıyorlar ama daha alçakça bir yöntemle tümüyle bitirmek istiyorlar. Bunun için de elindeki devlet gücünü, şiddetini kullanıyor; bastırma ve ezme yöntemiyle bu süreci Kürt halkının soykırımı ile tamamlamak istiyor. Amacı HDP liderlerine, önde gelenlerine geri adım attırmak, teslim almaktır. Ama bugüne kadar ister tutuklanıp zindana atılan, tek hücre sistemiyle psikolojik işkenceye tabi tutulan, ister dışarda kalan tüm HDP’li ve BDP’lilerin tutumuna baktığımızda faşizmin bu politikasına karşı büyük bir yürek ve cesaretle direniyorlar. HDP ve DBP’li parlamenterlerin, belediye başkanlarının ve değişik görevlerdeki insanların göstermiş oldukları bu onurlu duruş ve direnişçi tutum çok önemlidir. Şimdiye kadar hiçbirisinin geri adım atmaması da kendi başına önemli bir sonuçtur. Bu da bir kez daha gösteriyor ki ortada kutsal bir dava var; bu dava uğruna her şeyini ortaya koyan ve onuruyla mücadele eden insanlar topluluğu vardır. Bunun karşısında hiçbir faşist yöntem dayanamaz ve sonuç alamaz.

KÜRT HALKI İRADELİ VE ÖZGÜR YAŞAMAK İSTİYOR; ARTIK KÖLELEŞTİRİLEMEZ

Muhalefetin ezilmek istendiğinden bahsederken 1925’lere atıfta bulundunuz. 1925’te ne oldu? Bu sürecin 1925’lerle benzeşen yönleri nelerdir?

Kürt sorunu, 210 yıldan bu yana bir sorun olarak gündemdedir. Osmanlı döneminde Kürtler yarı özerk bir statüde tutuluyordu. Fakat kurtuluş mücadelesinde ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde temel bir unsur olmasına rağmen, 1925’ten sonra Kürt halkının yok edilmesi ve soykırımdan geçirilmesi siyaseti benimsenmiştir. O güne kadar Kürtler ve Türkler ortaktı; ilk meclis bu temelde kurulan bir meclisti. Ama 1925’ten sonra bu ortaklığa son verildi ve Kürtler hedeflendi. O zaman Kemalistler, iktidarda hakim hale gelmek için bunu kullandılar. Kürtleri yok etmek, ezmek; muhafazakarları da sistemden dıştalamayı hedeflediler. Ama şimdi kendini muhafazakarların bir devamı olarak gören mevcut AKP iktidarı, bu kez işi tersine çevirerek, iktidarını pekiştirmek için Kürtleri yok etme, Kemalistleri de sistemden dıştalama mücadelesi içindedir. Halbuki daha önce kendisi de bu sistemden dıştalanmıştı; ezilmiş, horlanmıştı. Ama şimdi iktidar oldu; hem de tıpkı Kemalistler gibi Kürtlerin omuzuna basarak iktidar katına yükseldi; ondan sonra Kürtleri tekmeledi. 1925’teki ortaklığa son verme ile Dolmabahçe Sarayı’ndaki mutabakata son verme arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisi de tarihi gerçekliklerle terstir. Nasıl ki 1925’ten beri asimilasyon adı altındaki soykırımla bu halkı yok edemedilerse, şimdi de bayatlamış bu siyaset tarzıyla; asimilasyon, yok etme ve şiddetle bastırmayı başaramayacaklardır. Yaşadığımız yüzyılda Kürt toplumu bu kadar aydınlanmış, bilinçlenmiş ve örgütlenmiş bir toplumdur. İradeli ve özgür yaşamak istemektedir. Sopa zoruyla hizaya getirilme biçimindeki köleliği asla kabul edemeyecek durumdadır.

Ama bugün bir içişleri bakanı çıkmış ortaya, her gün bitireceğini söylüyor. Nisan’a kadar bitirecekmiş! Bre adam! Sen daha dünkü çocuksun. Senden öncekiler bunu çok söylediler ama başaramadılar. Şimdi Kürtler bu kadar güçlüyken, Ortadoğu sahnesine bir aktör olarak çıkmışken sen nasıl bunu başaracaksın!

PKK, KÜRT VE TÜRK HALKLARININ BİRARADA EŞİT VE ÖZGÜR YAŞAMASINI İSTİYOR

Her fırsatta bölgedeki Kürtlere yaptıkları saldırıları beka sorunuyla izah ediyorlar. Nedir bu beka sorunu?

Türkiye toplumunu aldatmaya dönük bu tür şeyleri uyduruyorlar. Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürt halkının haklarının tanınması ve böylece gönüllü birliğin kurulmasıyla, bir beka sorunu doğmaz. Tersine, böylesi ırkçı-faşist hezeyanlarla Kürt halkını hedefleyerek, Kuzey’deki Kürtlerle yetinmeyip, Rojava’daki ve Başur’daki Kürtleri de buna dahil ederek Kürt düşmanlığı eksenli faşist-diktatöryal bir zihniyet Türkiye’nin bekası için bir sorundur. Kürtlerin hak istemesi, Türkiye’nin bekası açısından neden bir sorun olsun ki? Bir halkın doğal haklarını bile kabul etmeyen bir Türkiye, nasıl çağdaş bir ülke olacak! Kısaca, büyük bir safsata ve çarpıtma ile Türkiye toplumunu aşırı bir biçimde milliyetçi hezeyanlarla heyecanlandırarak toplum içi düşmanlığı körükleme temelinde amaçlarına ulaşmak istiyorlar.

Bakın; dün başbakan olan kişi diyor ki; “Türk milleti diz çökmez.” Yine bugün Cumhurbaşkanı da şunu söylüyor: “İstediğiniz kadar eylem yapın; milleti bölemezsiniz.” Bu sözler tamamen safsata ve özel savaş propagandasının yalanlarıdır. Çarpıtmadır. PKK hiçbir zaman Türk milletine diz çöktürmeyi istemedi. PKK, Kürt halkıyla Türk halkının eşit, özgür ve bir arada yaşamasını istiyor. Diz çöktürmek isteyen biz değiliz; kendileri diktatöryal bir sistem kurarak millete diz çöktürmek istiyorlar. Biz halklara diz çöktüren değil, onları yücelten bir amaç peşinde koşuyoruz.

Yine Erdoğan ‘bölemezsiniz’ diyor. Kendisi de çok iyi biliyor ki, bizim Türkiye’yi bölme gibi bir amacımız yok. Biz Demokratik Özerklik perspektifiyle Türkiye sınırları içerisinde Kürt sorununu çözme ve Türkiye’yi demokratikleştirmeyi hedefliyoruz. Ama onlar bütün bunları çarpıtarak saf, sokaktaki sıradan insanların milliyetçi duygularını şahlandırarak kendi kirli hesapları doğrultusunda sonuç almak istiyorlar. Tarihi hakikat budur.